Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




can çocuk yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
can çocuk yayınları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2015 Salı

Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri ve Büyüklere Mektuplar :)

"Sevgili anneciğim, babacığım;
Neden "daha çok" hatta "daha da çok" oyun oynayamıyoruz, işte bunu anlayamıyorum. Sanki devamlı beni uyutmaya çalışıyorsunuz gibi hissediyorum. Halbuki ben uyumak istemiyorum. Hem de hiç! Aklım hep oyuncaklarımda, raflarından indirmek istediğim kitaplarımda ve halıda uçuşan tüyleri yakalayıp ağzıma atmakta. Siz hiç çocuk olmadınız mı? Bebekliğinizi hemen mi unuttunuz yoksa? Büyümeye çalıştığım için içim kıpır kıpır, görmüyor musunuz? Beni biraz ananeme/babaanneme bıraksanız da orada yaramazlık yapsam yani onlarla oynasam olmaz mı? Bir de şu işi bir açıklığa kavuşturalım: arabaya binmeyi sevmiyorum. Beni kendi arabama koyun ve istediğiniz kadar yürüyün, ona sesimi çıkarmam çünkü ben açık havada olmak, kuşların sesini duymak, 100 metre öteden geçen amcalara teyzelere "ahh" diye laf atmak istiyorum. Hem her yere yürürse annem de biraz zayıflar, fena mı :) Tamam tamam şaka. Ben de sizi seviyorum, benim için iyi bir şeyler yapmaya çalıştığınızı da biliyorum. Ama bak anlaşalım: daha az uyku, daha çok oyun. Hem böylesi daha güzel, anlaştık mı tatlı balıklarım benim..." -daimi zottirik kızınız Elif-

Evin gizli yerlerinde böyle bir mektup bekliyorum Eliften. Her akşam yastığıma bakıyorum, ona mı sakladı diye ama henüz bu mektubu bulamadım. Geçen gün gözlerine baktım şöyle taa derinlere, işte orada yazıyordu bu satırlar.
Aklına nereden geldi derseniz bu mektup işi,
Bu ara çok eğlenceli iki kitap okudum. Aslında birini okuyalı çok oldu ama diğerini alınca ilkini yeniden okudum. Hatta mektuplu olanın tamamını yüksek sesle okudum Elif'e, dönüp dönüp güldüğüne göre yukarıdaki mektup hayalim boşa değil.
Büyüdükçe çocukluğumuzu unutuyoruz, işte bu iki kitap o an'ları geri getiriyor. Bu kitabı imkanım olsa Türkiyedeki tümmm öğretmenlere, velilere dağıtırdım. Okumayıp bir kenara atacaklarını ya da en fazla bir kaç satır okuyup "kıhkıhkıh güzelmiş" deyip kafa çevireceklerini bildiğimden "malum, onların hep daha önemli işleri var"; işte tam bu sebepten "zorunlu okuma" yaptırırdım sanırım. Zorla yapılan işlere karşıyım ama bu kitabı gözlerine sokarak okumak isterdim, bir umut bir şeyler değişir mi diye... Öğretmenlere çok lafım yok aslında, çoğunun çok emek vererek çalıştığını bizzat görüyorum. Ama bir de şu veliler yok mu! Çocuğunu dinlemeyen, hep azarlayan, başkalarının yanında utandıran, ona yarış atı muamelesi yapan... İşte bu veliler keşke yeniden çocuk olsa da çocukluklarını hatırlasa. "Büyüklere Mektuplar" kitabındaki 25 bölümde her biri birbirinden farklı çocukların büyüklere yazdığı mektupları okuyoruz. O kadar kıvrak bir dili var ki kitap sahiden de hem güldürüyor hem düşündürüyor. Okurken biraz çocuk oldum biraz büyük. Elif henüz 9,5 aylık ama olsun büyük de konuşmamak lazım, gün gelir o çok eleştirdiğim velilerden biri olurum. Hiiii, Allah korusun :) "Keşke şu konuya da değinseymiş yazar" dediğim bir konu gelmedi aklıma. Neredeyse tüm yazdıklarına da katılıyorum.
25 bölümde yer alan çocuklardan bazıları şöyle:
" çocuk gibi bir çocuk", "oyuncakları ders kitaplarının altında ezilmiş olan on yaşındaki biri", "uzun burunlu olmaktan hiç mi hiç hoşlanmayan Pinokyo'nuz", "öcülerle dondurma yemeğe giden çocuk", "galiba pilav sevmeyen çocuğun", "sizi hiçbir anne babayla yarıştırmayacak olan çocuğunuz".
Yazarın hayata, anne/babalara, çocuklara yaklaşımı, bakışı, konuyu ele alış şekli o kadar hoşuma gitti ki. Olaya sadece çocukların tarafından da bakmıyor. Ortada bir "hata" varsa onu gösteriyor ve çok güzel çözüm üretiyor.
"Şimdi hiç vaktim yok" diyen anne/babalara bu kitabı okumak isterdim hem de yüksek sesle :)

" Herkes soruyor bana: 'Büyüyünce ne olmak istiyorsun?' Sanırım o hep hazırlandığım geleceğe kavuştuğumda, özgürlüğe ve zamana da kavuşurum diye umuyorum. Kısacası ben... Ben büyüyünce çocuk olmak istiyorum."
"Çocuklaşmanın formülü çok basit aslında: neşe, cıvıltı ve pırıl pırıl bir zekayla bakmak hayata" 

Mektuplardan sonra sırada "büyüklerle dalga geçme dersleri" var. Okurken yüksek sesle güldüm, kahkaha attım, çok eğlendim, dönüp dönüp bir daha okudum. Benim gibi pek konuşamayan biri için bu laflar bu yaşımda bile (az kaldı, 30 oluyorum 1,5 ay sonra, yaşasın:) çok zor ama aklınızın bir köşesinde olsun bu güzel cevaplar. Elif'i bu kitabın varlığından haberdar etsem mi kararsızım :) Birlikte dalga geçebilmemiz için yüksek sesle okusam iyi olabilir bu kitabı da.
Sizin çocukluğunuz nasıl geçti bilmiyorum ama benim öyle ağaç tepelerinde, sokakta salça ekmek yiyerek geçen bir çocukluğum olmadı ne yazık ki. Bu satırları ailemi suçlamadan yazayım, çünkü niyetim bir "suçlu" bulmak değil. Sadece biraz fazla "pamuklara sarılmış" büyütüldük biz, ben ve kardeşim. O yüzden de hayata karşı çok savunmasız kaldık. Öyle çok bilmiş, lafı ağzında tipler de değiliz. Biri bana bir laf söylesin en fazla çok kötü bakışımı fırlatıp "Clarice Bean 10 numaralı bakış), oradan uzaklaşıp ağlarım :) Bir ağlama önce değil mi? Sen de iki çift laf söyle karşındakine! Yok, ben yapamıyorum bunu. Laflar boğazımda düğüm olur, yutkunurum onu. "Amman karşı tarafı üzmeyeyim" diye. Kötü bir şey bu, hem de çok. Neyse ki Elif'in hiç öyle yutkunacak bir hali yok. Onu gözlemlediğim kadarıyla lafı çok güzel gediğine koyacak bir hali var :) Altta kalmaz yani, bize karşı verdiği (uyku) mücadelesinden bunu anladık :) Biz iki saf balık, bunu anladık yani 10 ayın sonunda :))
İşte siz ya da çocuğunuz böyle biriyseniz bence bu kitabı okumalı/okutturmalısınız. O kadar güzel cevaplar var ki... Yazmazsam olmaz:

"Şuna bak ne kadar da büyümüşsün!"
"Ne kadar?"

"Ay, inanamıyorum sana yaaa..."
"İnanamadığınızı anladık. Peki, başka neler yapamıyorsunuz?"

"Teyzesi, biz emeklemeye başladık."
"Öyleyse sizi hep emeklerken görmek istiyoruz."

"Büyüyünce ne olacaksın?"
"Siz büyüdünüz, ne oldunuz?"

"Sıkıl falan oldum!"
"Sonunda bir şey olabildiniz demek, kutlarım."

"Şeetme yane"
"Dilinizi bilmiyorum. Hangi ülkeden geldiniz?"

"Meet ettik."
"Ettiğini bulasın."

"Ne kadar inatçısın!"
"Doğru, keçiler de kıskanıyor beni ama onlara ne kadar inatçı olduğum konusunda kesin bir bilgi veremiyorum."

"Daha dünkü çocuksun..."
"Bugün de çocuğum, ne hoş değil mi?"

"Arkandan ağlar sonra..."
"Peki, yediklerim de içimde gülecek mi?"

"Sen kime benziyorsun?"
"Benzersiz bir insanımdır ben."

"Bak öcü geliyor, seni alıp götürecekmiş."
"Aa, ne güzel sinemaya mı götürecekmiş? Peki, yolda dondurma alır mı dersiniz, canım çok çekti de."

"Dalga geçmek hem bir eğlenme biçimidir hem de zaman zaman hayata karşı bir savunma yöntemidir."diyor kitapların yazarı sevgili Melek Özlem Sezer. Gerçekten de öyle, dalga geçerken hem eğleniyoruz hem de kendimizi savunuyoruz. Tabii bunu her an ya da her olayda yap(a)mıyoruz.
Geçen gün benim de aklıma geldi de teyze çok yaşlıydı sadece gülümsedim. Markette karşılaştık Elif'i sevdi ve dedi ki "ah yavruum, annem seni bu soğukta markete mi getirdi?"
Aklımdan geçen-: "teyzeciğim, bir dahakine size söylerim, market ihtiyacımızı siz getirirsiniz, biz de bu soğukta çıkmayız dışarı"... böyle bir şeydi yani :)
Lafı çok uzattım ama özetle, bu kitapları okuyun/okutturun :)
* Yazarın zihninde yol almak isterdim...
** Yazmayı unuttuğum için kızdım kendime ama neyse ki "kavunyiyenkedi" bir arkadaşım hatırlattı; "Büyüklere Mektuplar" kitabını resimleyen Ferit Avcı ve "Büyüklerle Dalga Geçme Dersleri" kitabını resimleyen Nuray Çiftçi'ye  kitabın eğlencesine çizimleriyle keyif kattıkları için çok teşekkürler.


Devamını oku »

18 Kasım 2014 Salı

1 Kitap 1 Mektup : Delal Arya: Pera Günlükleri & Yedi Denizlerde :)

Daha önce Delal Arya'dan bahsetmiştim. (şurada ve burada) Kitaplarını merak ediyordum ancak henüz okumamıştım sevgili arkadaşım bana imzalı getirmişti tüm kitapları. Elifle ilk günlerimizdi ve ben büyüük bir heyecanla bu maceraya atılmıştım. Lakin aklımda yine bir dolu soru vardı. Sevgili Delal Arya da beni kırmayıp sorularımı "1 Kitap 1 Mektup" etkinliğinde yanıtladı, çok teşekkür ederim kendisine :)
Kaynak: burada
Öncelikle “Pera Günlükleri” ve “Yedi Denizlerde” serisi kaç kitapta bitecek; bunu çok merak ediyorum, heyecandan kalbim pır pır okudum çünkü. (Ve yeni kitaplarla ne zaman buluşacağız?)
Pera Günlükleri 6 kitap, Yedi Denizlerde 5 kitap olacak.

Kitapta yer alan hikayenin ne kadarı gerçek ne kadarı hayal ürünü? Acaba bu kısmı biz mi doldurmalıyız?
Büyük kısmı hayal ürünü. Ama hayali kuran kişinin o hayal hakkında bir şeyler biliyor olması lazım. Yedi Denizlerde’yi, çocukken gemilerde dolaşırken kurduğum hayallerden yola çıkarak yazdım.

Her kitapta bir önceki hikayenin minik bir hatırlatması yer alıyor. Seri kitaplarda bu biraz gerekli oluyor sanki değil mi?
Evet. Çünkü olay örgüsü birbirine eklemlenerek büyüyor. Dolayısıyla okuyucuya önceden olanları hatırlatmak gerekiyor.

“Pera Günlükleri” sahiden de 1 kurt ile mi başladı?
Hayır. Pera Günlükleri bir arkeolojik kazı evinde dinlenmek için yattığım ranzanın ikinci katında uzanmış yağmuru izlerken başladı. Bir otelin önünde durmuş zili çalmaya korkan iki tane çocuk gördüm önce. Ellerinde bavulları, yepyeni bir hayata başlıyorlardı. Kurt bambaşka bir hikaye. O benim İstanbul’umun koruyucu ruhu.

Belki saçma olacak ama “Renda” siz misiniz :)
Renda biraz benim, biraz da benim gibi çocukken gemilerle dolaşan ablam. evet. Ama o daha çok benim bu dünyaya uygun gördüğüm çocuk tipi. Bütün dünyası bir gemi olan, ama o gemiyle tüm dünyayı dolaşan, cesur, meraklı, heyecanlı, kafası özgür çalışan bir kız. Dünyanın bir ruhu olsa o Renda gibi olurdu diye düşünüyorum.

Pera Günlükleri ve Yedi Denizlerde film olarak çekilsin ister miydiniz? (Buna çok uygun bir hikaye çünkü)
Kitaplarımın filme çekilmesini isterim.

“Yedi Denizlerde” serisi gemi yolculuğunda yazıldı sanırım. Hikayenin başlangıcı o gemi yolculuğu muydu yoksa?
Serinin ikinci kitabını İspanya’dan Afrika’nın Gine Körfezi’ne inen bir konteynır gemisinde yazdım. Ama hikayenin asıl ilham kaynağı çocukken babamın kaptanlık yaptığı yük gemilerindeki seyahatlerim. Yük gemileri benim için uzayda dolaşan gezegenlere benziyor ve ben kendimi bildim bileli hep bir gemide yaşama hayali kurmuşumdur. Dünya bir gemiyle dolaşarak yaşanacak bir yer, çünkü keşfedecek karalar olduğu kadar denizler de var.

Karakterlerin isimleri çok güzel. Bu isimler mitoloji kaynaklı mı?
Renda ismini şu anda ikinci kaptanlık yapan ama çok yakında süvari olacak genç bir kadın zabitten alıyor. Lusin ve Ran ise benim arkadaşlarımın isimleri.

Aklınızda olan başka hikayeler de var mı?
Evet. Ormanların derinliklerinde geçen, daha masalsı bir hikaye üzerinde çalışıyorum.

Fuarlarda belki çocuklarla karşılaşmışsınızdır. Okuyuculardan dönüşler nasıl?
Genelde kitaplarda neleri beğendiklerini soruyorum. Gerçeklere dayanan olağanüstü şeyleri sevdiklerini söylüyorlar. Yani orada bir Pera Palas var gerçekten ve bu çocuk okuyucuyu heyecanlandırıyor.

Sizin sevdiğiniz çocuk kitapları hangileri hatta “keşke ben yazsaydım” dediğiniz hikayeler var mı?
F.H.Burnett’in Gizli Bahçe adlı kitabı.

İtalyancadan çevirdiğiniz çocuk kitapları da var. Çeviri konusunda nelere dikkat etmek gerekiyor daha çok?
Çocuğu heyecanlandıran bir dil tutturmak gerekiyor. Cümle geçişleri hareketli olmalı. Mesela İtalyanca’dan dosdoğru Türkçe’ye çevirdiğinizde çok tıkanık bir anlatım elde ediyorsunuz. Orijinalinde sorun yok, ama Türkçesi biraz durgun oluyor. Onu hareketlendirmeli ve çocuğu sayfaları yiyecek kadar çok heyecanlandırmalısınız.

O kadar büyük bir iştahla okumuştum ki kitapları serinin devamı için neredeyse gün sayıyorum (tam tarihini bilmesem de :) 
*BDK'nın "Pera Günlükleri" ile ilgili radyo yayını dinlemek isteyebilir, Bianet.org'daki ve Radikal'deki röportajları da okumak isteyebilirsiniz.

Sizce "Pera Günlükleri'nde nasıl bir macera yaşanmış olabilir?"   
Aklınıza gelen tüm fikirleri bu yazının altına 7 Aralık 2014 tarihine kadar yorum bırakın.
Yapacağımız çekilişle 1 kişiye "Pera Günlükleri" kitabını (ve 1 mektubu) gönderelim :)

Devamını oku »

29 Ağustos 2014 Cuma

Pera Günlükleri / Delal Arya :)

3 kitabı da ardı ardına bitireli biraz oldu ama hakkında yazacaklarım çok olunca fırsat bulup yazamadım. Önceden belirteyim, ne kadar yazarsam yazayım mutlaka bir parçası eksik kalacak bu hikayenin çünkü HAAARİKAAAA bir dizi :)
En son "Yedi Denizlerde"yi okumuş ve "3. kitap nerede?" demiştim, araya Şeker Portakalı'nı almış, tekrardan Delal Arya kitaplarına dönüp bir de üstüne Jules Verne ile "80 Günde Devrialem"i tamamlamıştım. 
Uyku düzenimiz ne yazık ki yine yeniden bozulduğundan benim kitap okuma hallerim de son günlerde baya sekteye uğradı ama neyse ki bölüntülü uykular sayesinde her defasında başka bir maceraya çıkıyorum rüyalarımda. Mesela dün gece "11 Denizlerde" dolaşacağım diye bir tura yazılmışım. (tabii öyle hemen gemiye atlayayım diyememişim bilinçaltımda bile, nazikçe tura yazılmışım..) Ama neyse ki turu bir yerde kaçırıyorum ve marecaraya kendi başıma devam ediyorum. Hatta bir ara aç kalıyorum, etrafta yiyecek hiçbir şey bulamıyorum. Uyandım ki midem gurluyor. Gurlamaya Elif uyanıyor falan. (bu kısım abartı tabii)

Ben bu kitapları okurken sanırım kalbimin güm-güm atışı dışarıdan bile duyulacak seviyedeydi. Çok heyecanlandım. Bir sonraki satır, bir sonraki sayfa ve diğer kitap derken ne yazık ki 3 kitabı 3 günde bitirdim. Ve sanmıştım ki bu bir üçleme yani hikaye bitecek, gizemi çözeceğim. O da olmadı çünkü macera devam ediyor-muş.
Yine upuuzun bir giriş yapıp kitaptan hiç bahsetmedim, aferin bana :)
Pera Günlükleri Venedik'te bir okulda başlayan (bana nedense Hogwarts'ı çağrıştırdı.) ve İstanbul'da Pera Otelinde devam eden bir hikaye. Kahramanlarımız da ikiz kardeşler Ran Eltanin ve Lusin Eltanin. Anne ve babaları Afrikada bir kazıda kaybolunca okulun müdürü onları Pera Palas otelinin sahibi büyük amcaları Kaptan Barnekas'ın yanına gönderir çünkü orası onlar için "daha güvenli"dir. Sadece bu cümle bile kalbimin hızlanmasına sebep olmuştu. Bu kardeşlerin başına ne gelecekti ki otel onlar için "güvenli" olacaktı?
Yaptıkları tren yolculuğunda karşılaştıkları Çingene de bana Johhny Depp'in bir filmini çağrıştırdı. Aslında ben tüm hikayeyi bir filmmiş gibi izledim/okudum. Hikayede Osman Hamdi Bey'den Agatha Christie'ye kadar birçok ünlüden kesitler var. Ben hikayenin en çok kurgusunu, şifrelerin saklanmasını, içindeki harika coğrafya, tarih, arkeoloji,mistisizm,büyü, mitoloji vb. bilgileri, karakter tasvirlerini... Sanırım her şeyini çok sevdim :) İçindeki bilmeceli şiirler bana "Haritada Kaybolmak" ve "Kraliçeyi Kurtarmak" kitaplarını anımsattı.
İstanbul'u çok fazla bilmiyorum ama sanırım Taksim'de sahiden de böyle bir otel var: Pera Palas isminde. Bu hikayeyi okuyup da soluğu o otelin önünde almak istemeyen yoktur herhalde.
Hikayede sırlar, mühürler, muhafızlar, esrarengiz olaylar ve çok güzel /özgün bir senaryo var.
Çocuk kitaplarını lütfen "aman işte çocuk kitabı" deyip geçmeyin. Mesela bu kitaplar nice macera kitaplarında bulamayacağınız bir serüven vadediyor bence.
Aklımda bir dolu soru var yine.
Ne yapsam ki?
Kitapların yazarı Delal Arya'nın kapısını mı çalsam, ne dersiniz :))
Devamını oku »

17 Ağustos 2014 Pazar

Yedi Denizlerde / Delal Arya :)

Delal Arya'nın kitapları da kitapçıda gelip gidip baktığım ama almaya cesaret edemediğim kitaplardan. Onları okumak için "anne cesareti"ne ihtiyacım varmış demek ki :)
Daha önce söylemişimdir, fantastik edebiyatı çok severim lakin rüyalarıma çok girerler ve bir müddet sonra korkarım... İşte böyle bir çekincedeydim.
Sonra Delal Arya'nın kitaplarını almaya karar verdim.
Derken eve gelen arkadaşımız bize şahane bir sürpriz yapmış ve Elif adına kitabı imzalatmıştı.

Denizi, denizciliği, içinde deniz geçen her şeyi çok severim.
"Yedi Denizlerde" serisini de sadece bu sebepten bile olsa severim diyordum.
Ama o da ne?
Kitap tam benlik çıktı ve ben nefes bile almaya fırsat kalmadan kitaplarını okudum. 3. kitap yolda mı, basılıyor mu çok merak ediyorum açıkçası.
Siz de benim gibi dozunda fantastik serüven severlerdenseniz, bu kitapları kaçırmayın derim.
Delal Arya'nın denizlerde geçen harika bir çocukluk hikayesi var. (babası kaptanmış) Derken sinema-televizyon eğitiminin üzerine arkeoloji eğitimi ve kazılara katılması sanırım bu kitapların alt donanımını oluşturuyor. Bir çocuk için denizlerde geçen günlerden daha güzel macera mı olur?
"Yedi Denizlerde" kitabında Kaptan Dodo Shonga gemisiyle yol alırken yanında kırmızı saçlı kızı Renda da vardır. Annesinden elinde kalan tek şey kanatlı bir denizatıdır. Annesini bulmaya kararlı olan Renda ikinci kaptanın çocukları Palu ve Solin ile bu gizemli maceraya atılır. Başlarına inanılmaz şeyler gelir ama yılmazlar. Ve aslında hikaye devam ediyor. Yani devam kitaplarının basıldığı gün almayı düşünüyorum ben :) Daha fazla bekleyemem çünkü...

Kitaptaki zengin tasvirler sayesinde her şey zihnimde o kadar net canlandı ki heyecanlı bir film izlesem bu kadar keyif almazdım.
Kaptan Dodo'nun tasviri:
" O sırada sis düdüklerine uyanan Kaptan Dodo kendini don gömlek köprü üstüne attı. Kızıl sakallarıylaa kalın kaşları arasında bir çift mavi gözün parıldadığı bu iriyarı adam, nesli tükenmekte olan yalın bir mahlukat, kendini bildi bileli gemilerde yaşamış gerçek bir deniz babalığıydı. Denizin, rüzgarın ve güneşin birlikte yaptıkları bir tabloydu adamın yüzü. Hayatı boyunca gözlerini kısarak denize ve gökyüzüne baktığı için yüzü kırışmış, kırışıkların içi deniz tuzuyla dolup sertleşmişti."
Yazar, ikinci kitabını seferine katıldığı Vivian A gemisinden yazmış. O zaman instagramdan kendisini takip ediyor ve Nijerya yolculuğunu/orada çektiği fotoğrafları merakla takip ediyordum.
Bu kadar muhteşem bir hayal gücü nereden gelir; ilham dediğimiz şey denizin  derinliklerinde mi saklıdır, bilmiyorum.
Tek bildiğim "Yedi Denizlerde" serisini çok sevdiğim ve 3. kitabını heyecanla beklediğim.
Ve tabii ki Pera Günlüklerini  okumaya da birkaç gün içerisinde başlamak istiyorum. (Araya farklı tarzda bir kitap aldım, aklım yedi denizlerde iyice dolanmasın diye :)
* Biraz magazin haberi gibi olacak ama Delal Arya ve Kerem Yücel (kitaptaki Palu mu acaba :) İkiz bebeklerini bekliyorlarmış şu sıralar; onlar adına çok mutlu oldum.
Devamını oku »

28 Şubat 2014 Cuma

Kaplumbağa :)

Koca Sevimli Dev'den bahsederken aslında Roald Dahl'ı ne kadaaaaar çok sevdiğimi söylemiştim ve azıcık da kendime kızmıştım; buraya hiçbir şey yazmamışım diye.
İşte bugün de başka bir kitabı var önümde: Kaplumbağa :)
Tek kelimelik kitap isimlerini severim.
Ama bu kaplumbağa bildiğiniz kaplumbağalar gibi değil, o bir Alfie :)
Kitabın konusu kısaca şöyle;
"Zıpzıp Bey çiçeklerine ve alt komşusu Gümüş Hanıma aşıktır; Gümüş Hanımsa bizim Alfie'ye. Yalnız bu kaplumbağa hiç mi büyümüyordur nedir; acaba yok mudur bunun bir çaresi?"
Bu çareyi elbette ki Zıpzıp Bey bulur ve Gümüş Hanımın kalbini kazanır ama asıl önemli olan sonuç değil yaşanılan süreçtir.
"Bir insan aşkı için neler yapar?" gibi romantik bir temayı eğlenceli bir çocuk kitabına yedirmek pek kolay olmasa gerek.
Hele ki söz konusu kaplumbağalar bir büyüyor bir küçülüyorsa :))
*BDK'nın "Kaplumbağa" için yazdıklarını da okumak isteyebilirsiniz...


HERKESE MUTLU HAFTA SONLARIIIII :)
Devamını oku »

15 Şubat 2014 Cumartesi

Koca Sevimli Dev :)

Ne zaman ki bir kitabı okumaya niyetleniyorum;o kitap kalıyor... Öyle garip bir durumum var.
Ama ne zaman ki canım bir kitap çekiyor ve kitaplıkta dolanıyorum;işte o an gözgöze geldiğimiz kitap "şimdi zamanı" diyor.
Kısaca benim için her kitabın belli bir zamanı var. O yüzden yani kitaplıkta bir dolu okunmayı bekleyen kitap var :)
Bugün de öyle oldu. Bambaşka işler yaparken sıkıldığımı fark ettim. Canım tam anlamıyla güzel bir çocuk kitabı okumak istiyordu.
Ve bu kez karşıma Roald Dahl amca çıktı. Onu bu kadar çooook sevmeme rağmen hakkında galiba hiç yazı yazmadım, tuhaf.
İngilizcesi kısaca BFG (Big Friendly Giant) olan kitabın Türkçede de kısaltması KSG :) Tüm kitap boyunca "Koca Sevimli Dev" diyemezlerdi herhalde.
1 kez Roald Dahl okumuş ve sevmiş olmak demek bence istisnasız tüm kitaplarını sevecek olmak demek aslında.
Lafı bu kadar dolandırdığıma göre yine çok sevmişim kitabı :)

Kitabın hikayesinden kısaca bahsedip daha çok ben nerelerini sevdim,bayıldım oralara geçeyim.
Sophie isminde yetimhanede kalan minik bir kız var. Bir gece uyumaya çalışırken dışarıda garip bir sessizlik olduğunu fark eder. Yataklarından tuvalet için bile kalkmaları yasaktır ama o dışarıda ne olduğunu çok merak etmektedir. Perdenin ucundan dışarıyı gözetler ve o anda kocaman bir devin karşı evdeki bir çocuğa borazanıyla bir şeyler üflediğini görür. Ama o da ne! Dev de onu görmüştür...
Koca dev onu kaçırır ve kendi yaşadığı yere götürür. Sophie dev tarafından çiğ olarak ya da belki haşlama bilemedin kızartma şeklinde yenilmeyi beklerken bu devin insan yemediğini öğrenir :)
Yaşadığı yerin hemen dışındaki ondan daha da büyük tam 9 dev vardır ve onlar insan etinden pek hoşlanmaktadır. Her gece farklı ülkelere gidip insanları gece vakti kaçırarak bir güzel mideye indirmektedirler. (Ama Danimarkalılar hariç; onların eti lezzetli değilmiş...)
Sophie ve dev bu durumdan rahatsızdır ancak akıllarına bir şey gelmemektedir.
Derken bir gün koca kulaklı sevimli devin yaptığı rüya kavanozlarını kullanarak bu kötü kalpli 9 devi insanlardan uzak tutacak bir plan gelir aklına minik kızın. Bunun için İngiltere Kraliçesine küçük bir ziyaret gerekmektedir. Ama nasıl? :))
                                                                      ***
Çocuk kitaplarına belki bir alt sınır koymak gerekebilir ama üst sınıra gerek yok sanki. Yani bu kitap için "uygun görülen" yaş 9-12 imiş. 13 yaşındaki bir çocuğun, 23 yaşındaki bir gencin... ve daha bir dolu insanın Roald Dahl'ı bayılarak okuyacaklarına eminim.
Kitabın İngilizcesi de elimde var ancak cesaret edip okuyamadım acaba sıkılır mıyım anlamadığım yerler çok olursa diye. Matildayı sadece İngilizcesinden okumuş ve gayet güzel anlamıştım ama bu kitapta inanılmaz farklı bir durum var; o da KSD'nin konuşma şekli. Okula gitmediği için konuşması oldukça bozuk ve bir çok şeyi karıştırarak söylüyor. İyi ki de öyle yapıyor. Kitabın hikayesinin dışında çok hoş bir orjinallik katmış bu durum.
Minik kızın ara ara bu konuşmaları düzeltmesine KSD sinir oluyor ama Sophie'nin ona "bayılıyorum senin bu konuşmana" demesiyle de mest olup, çocuklar gibi seviniyor.
Sadece konuşma şekli değil, olaylara yaklaşımı da bir hayli sevimli :)
Kitapta hiç unutamayacağım bir bölüm ise kısa bir süreliğine ayrıldıklarında Koca Sevimli Devin Sophie'nin yanağına tatlı öpücük bırakması ve kızın gözünden süzülen gözyaşı oldu...
Oldukça keyifli, bol gülmeceli, ara ara mesajlı ("insanoğlu kendi türünü öldüren tek hayvan" denmesi gibi) harika bir Dahl kitabı.
En sevdiğim Matilda diyordum ama bu sevimli dev de hiç fena değil :) Ben de Sophie gibi o koca kulaklarında yumuşacık bir yolculuk yapmak isterdim...
Kaynak: burada
Bu kitabın filmi çekilse nasıl olurdu diye kıvrandım okurken. Muhtemelen ve mecburen bazı yerler eksik kalırdı. Ben zihnimde canlandırdığım Sophie ve KSD ile yetineyim şimdilik :) (Çizgifilmini de BDK bulmuş; merak edenler buradan izleyebilir)

HERKESE BOL GAGOZ VE ZARTZURTLU GÜNLER DİLERİM(Z) :))
Devamını oku »

19 Ocak 2014 Pazar

İyi Geceler, Julia :)

Yeni yıl gelmiş hatta Ocak ayının yarısı geçmiş bile ama biz neler olup bittiğini yazmamışız,ne ayıp. Ayıp dediysem bu elbette kendime... Aldığım notlar, taslakta duran yazılar hepsi gözümün içine bakarken ben az biraz soğukalgınlığıyla gözümü açamayıp sallanıp yatınca, bir şeyler de aksadı haliyle. Yeniyılın ilk yazısı için aklımda bambaşka bir yazı vardı ama gel gör ki yazı kendi kendini seçti ve Julia'ya torpil yapmazsam olmazdı. Daha önce okuduğum kitaplar hakkında bir yazı yazdım yazdım sonraya kaldı mı unutuyorum demiştim ya...Aslında bu kitabı unut(a)mam herhalde ama ben hala içim sıcakken yazayım :) Hala biraz ateşim olduğundan mıdır uzun süredir bu kadar sıcak bir karakterle karşılaşmadığımdan mıdır bilinmez bu sıcaklık...
Kafamı toplayıp bir şeylere odaklanamıyorken kendimi kütüphanenin önünde buldum; illa da Julia'yı aradım(daha önce hakkında güzel yazılar okumuştum). Bir pazar klasiği olarak bol köpüklü muzlu sütümü de aldım yanıma(kahve diyeceğimi sandınız değil mi :P )
Kitaplar konusunda ne yazık ki çok ama çok seçici olduğumdan bahsetmiştim sanırım. Çok korkacağım ya da üzüleceğim çocuk kitaplarını da okuyamıyorum. Hoş, artık okuduğum kitapları "yetişkin kitapları" ya da "çocuk kitapları" diye ayırmıyorum;onlar benim için sadece "sevdiğim kitaplarım".
Hala okuduğum kitabı anlatmaya geçmediğime ve lafı dolandırdığıma göre bu kitabı çok ama çok sevmiş olmalıyım (kendime ipucu)

Julia bir süredir hastanede yatan minik bir kız çocuğu. Hastalığının ne olduğunu bilmesek de odasından dışarı çıkmasına kesinlikle izin verilmediğini biliyoruz. Bu aşamaya gelmeden önce hastane koridorunda tanıştığı mavi eşofmanlı ve fularlı Bruno isminde bir arkadaşı var. Hastaneden çıktıklarında Bruno'nun evinin bahçesindeki meyvelerden toplayıp pazarda satacaklar :) (bu hayali çok sevdim) ve yeni meyve ağaçları dikecekler. Julia'nın harika ötesi tatlı mı tatlı bir büyükbabası var, ona kağıttan uçaklar, kutular, zıplayan kurbağalar yapmayı öğretiyor. Babasının hep acil işleri olduğundan vaktinin çoğunu büyükbabasıyla geçiriyor. Annesi çok sık gelemiyor çünkü evde ikiz kardeşlerine bakması gerekiyor. Kitabın en sevdiğim kısmı hastanede olan bir çocuğun kaybetmediği heyecanı...Son günlerde hastanede olmasam da ben de yatarak vakit geçirdiğim için olsa gerek ayrı bir sempati duydum Julia'ya :)
Hasta odasında yalnız başına sıkılırken bir anda harika bir arkadaş edinir; Pofuduk Yastık! Gündüzleri  Pofuduk uyuduğundan ancak geceleri rüyalarda buluşmaya başlarlar. Sevgili Arkadaşı Bruno'dan ise bir süredir ses çıkmamakta mektuplara cevap gelmemektedir. En son annesiyle gönderdiği mektupta hastanenin haritası ve odaları arasındaki yolu kırmızı kalemle çizmiş hatta 181 numaralı (sondan da aynı okunduğuna göre şanslı bir oda numarası bu) odaya hazine sandığı çizmiştir;yoksa o hazine Julia mıdır :)
Julia sonunda Pofuduk'u da kandırır ve yakalanmayı göze alarak Bruno'nun odasına ziyarette bulunmaya karar verir. Niyeti kendi yaptığı kutunun içindeki 2 tane kiraz çekirdeğini vermektir...
"Çocuk aklı" deyip geçiyoruz ya bazen. O akılda saflık ve iyiniyetten başka bir şey yok halbuki. İki tane kiraz çekirdeği için neleri göze alıyor bu sevimli kız.
Yazar bu kitabı "Büyükannem Teressa'ya ve daha mutlu olmayı hayal eden tüm çocuklara" adamış. Kitaptaki harika hemşire Teressa aynı adı taşıyan büyükannesi demek ki.
Julia ve Bruno nerede karşılaşır, neler yapar, kiraz çekirdekleri ağaç olur mu; buraları anlatmayacağım. Merak eden olursa kitabın heyecanını bozmak istemem.
Normalde de bol aksiyonlu rüyalar gören biri (benim gibi) için hastayken enteresan yolculuklar yapmak oldukça keyifli aslında.
Ben de kendi pofuduk yastığıma bir daha bakayım;belki o benimle konuşuyordur da ben büyüdüğüm için onu duymuyorumdur;kimbilir :)
*Hastalara acil şifa, memlekete biraz yağmur ...
** Kitapla ilgili sevgili Hintcevizinin ve Bir Kitap Lütfen'in de yazılarını okumak isteyebilirsiniz.

HERKESE GÜZEL GÜNLER, TADI DAMAĞINIZDA MUTLU PAZARLAR :)
Devamını oku »

4 Temmuz 2013 Perşembe

KOFİ VEYA BAĞIŞLAMA SANATI :)

"Daha önce, kızdığınız birini bağışladınız mı?
Bağışladığınızı fark edebildiniz mi?
Öfkelendiğiniz/kızdığınız kişinin yüzü gözünüzün önünde canlandığında kalbiniz size ne söyledi?"
        Bu ve benzeri cümleleri düşünüyorum birkaç gündür, sebebi de BDK'deki radyo programı oldu.. Klasik bir pazar günü değildi çünkü evde değildim ama programı dinledim ve koşarak uzaklaştım mekandan, en yakın kitapçı bulabilmek için..
      BDK 1 hafta sonra çekilişle armağan ediyormuş falan hiç bekleyemeyecektim çünkü radyodaki çekilişte de adımı duyamamıştım :)Koşuyordum hani en son kitapçıya doğru, işte neyse aldım kitabı, arkadaşımla buluştuk, kuzenler bir araya geldik oldu  mu akşam :) Hayır madem öyle niye koştum :) Bu kitabı da sevdiğim kitaplarda olduğu gibi uzun uzun okudum,notlar aldım, üzerinde düşündüm, bazı yerleri tekrar okudum, ilk okuduğumda anlamadığımı fark ettim falan :) Neticede sevme duygusunun dışında hatta ondan çok daha fazla şeyler buldum kitapta kendim için..
      Bu kitabın bir de şöyle bir anısı var; (daha önce de söylediğim gibi her kitabın en az 1 hikayesi olmalı :) kimselere okuduğum/notlar aldığım kitabımı vermem; gerekirse hediye ederim dediğim günün ertesi günü bu kitabı kendi ellerimle servis arkadaşıma emanet verdim(!) Hakkında hemen yazı yazmak istiyordum ama o bana kitabı ne kadar geç getirebilirdi ki :) Sadece 2 ay sonra :) ( bahsettiğim arkadaşımın bu yazıyı görme ihtimali yok ama olur da denk gelirse kitabıma iyi baktığı için, kitabı geç getirmesine az kızdığımı buradan söyleyebilirim.)
      Başka okuyanlar ne bulur bilmiyorum ama ben bir süredir kendim için kayıp olan halkanın 1 tanesini bulduğumu hissettim..Daha kaç halka vardır bilmiyorum; denk gelir miyiz onlara ya da ne zaman onu da bilmiyorum ama elimde şu an "bağışlama sanatı" var; onu biliyorum..BDK Banu demiş ki; Küçük Prens'in gergedan olarak döndüğünü söyleyenler bile varmış.. Olabilir..Buna şaşırmam doğrusu.
Kaynak: BDK
       Uzun bir girişten sonra kitabın konusundan da bahsetsem fena olmayacak sanırım.
"Kofi öfkelidir. Yüzüne fazla ışık saçan aya, rüzgara, bulutlara, güneşe ve çevresindeki bütün hayvanlara öfke duyar. Ta ki, bir gün büyükbabası gelip, birlikte denize gitmelerini önerinceye kadar..." 
      Var olan bir şeylerin değişeceğini, şimdiye kadar olan düzenin bozulacağının ama aynı zamanda "tamir edilebileceğinin" ifadesi aslında bu öneri. Can Çocuk tarafından yayınlanan bu kitabı "öğretici, sıcak ve çağdaş bir masal" olarak tanımlamış yayınevi.
      Kahramanımız Kofi'nin hemen her şeye duyduğu öfke ile tanışırız önce. Sebebi kendisidir bu açık. Yalnız, "sebep neden kendisidir" ve "bağışlamak mümkün müdür"?
Yolculuk ve değişim hikayelerini hep sevmişimdir.
Yollar uzadıkça ve yolda yaşananlarla birlikte biz de aynı kalmayız.
Hele ki ulaşmaya çalıştığımız bir "yer" varsa; bu, duruma daha da heyecan katar. Aklıma "Balık" geldi ama onu başka zamana bırakıyorum.
                                                                      ***
     Kofi'nin en yakın arkadaşı (Antros) gün gelir ezeli düşmanı olur ve Kofi onun öfkesini içinde taşımaya, bu öfkeyi daha da büyütmeye karar verdiği sırada karşısına büyük baba Meru çıkar ve ona denize gitmeyi teklif eder.
Bu kitap en yalın haliyle Kofi ve Meru'nun denize doğru aldıkları yolun hikayesidir.
Ama  hikaye bu kadar yalın değildir. İyi ki de değildir; çünkü bizi de bu yolculuğa davet eder.
Bu kitapta o kadar çok şey var ki; aklıma Momo'nun geldiği bütün düşleri yürekten emerek alan "düş höpürdeticileri", hayatının en önemli gününe yani yaşadığı güne hazırlanan bir gergedan ve burnunuzu yakan denizin tuz kokusu...
Kitaptan: 
* "Büyük arzuların zamanı vardır", diye yanıtladı Meru usulca.
* "Düşün, bir sonraki dolunayda öleceksin. Öncesinde mutlaka yapmak istediğin şey nedir?"
*- Doğru yoldan söz ediyoruz, en hızlı gidilebilecek olandan değil.
-Peki, doğru olan hangisi? diye sordu Kofi sinirlenerek.
-Kendi yolun tabii.
-Hah, şimdi anladım. Peki, kendi yolumu nasıl bulacağım acaba?
-O yolda yürüyerek. Önceden yok ki o yol. …
* " Ne kadar yavaş, o kadar yoğun yaşanır" ("Ne kadar yavaş, o kadar hızlı"*)
* "Büyük mücadele, kendinle savaşmayı bırakmak anlamına gelir."
* " Eğer rakibin oradaysa ve gerçekten de sana karşı mücadele ediyorsa öfkenin bir anlamı vardır! Kendini savunabilmek için ona ihtiyaç duyarsın. Ama eğer düşmanın sadece kafanda varsa o zaman öfkeni kendine yöneltmiş olursun..."
* "Artık nefret duymadığında, o zaman kendi kendini bağışlamışsındır." (sanırım en sevdiklerimden biri bu cümle)
* "Bağışlamak, kendi yüreğini incitmekten vazgeçmek demektir. Daha fazlası değil."
"Bir parça geriye hareket edildiğinde, bazen sadece ilerlenir." 
"Öfke senin yüreğini yaralıyor, onunkini değil."
     Bağışlamanın gerçekten bir sanat olduğunu düşünüyorum ben de artık. Size (isteyerek/istemeyerek) kötülük yapmış, sizi üzmüş, zarar vermiş birine "seni affediyorum" diyebilmek ne kadar zor. Hele ki bu kişi kendinizse...
     Çok sevdiğim bir kitapla ilgili yazı yazarken bazen zorlanıyorum bazen saçmalıyorum bazen de "aman eksik bir şey bırakmayayım" telaşına kapılıyorum.
Sanırım unutuyorum; her kitabın en az 1 hikayesi olduğunu.
Çünkü bu benim hikayem.
Eksik bir şeyler yazamam çünkü sizdeki hikayeyi -henüz- bilmiyorum...

Sahi, siz bugün kızdığınız kişiyi - kendiniz olsa bile- affetmeye hazır mısınız?

HERKESE KOFİ VE (VEYA DEĞİL!) BAĞIŞLAMA SANATI İLE TANIŞMA İMKANI DİLERİM :)
* "Bir Kitap Lütfen"in "Kofi" hakkındaki yazısını da okumak isteyebilirsiniz.

Künye:Kofi veya Bağışlama Sanatı
Özgün Adı: Yofi oder die Kunst des Verzeihens
Yazan:Oliver Bantle
Çeviren: Saliha Nazlı Kaya
Yaş grubu: 9+
Can Çocuk, 2000, 112 sayfa
Devamını oku »

19 Haziran 2013 Çarşamba

Denizi Düşleyen Prenses :)

Bir çocuk kitabından bahsetmeyecek olsaydım sanırım başlıktaki "prenses" ben olurdum; denizi düşlediğim için..
Ankara'nın sevmediğim birçok özelliğinin yanında denize en az 4-5 saat uzaklıkta olması da sayılabilir.
O yüzden, sıklıkla ben de denizi düşlerim.
Deniz hasretiyle tutuştuğumdan olsa gerek,1 sene önce okuduğum bu kitap günlerdir yine masamdaydı.
Kaynak: burada
"Dağlardaki şatoda, bir prenses hiç görmemiş olsa da denizi düşlüyordu her gece."
Kitabın adı "denizi düşleyen prenses" olmasına rağmen bir de "dağları düşleyen prenses" var.
Her ikisi de kendilerinde olmayanı düşlüyorlar; biri denizi diğeri dağları.
"Denizi düşleyen prenses" Serena ve "Dağları düşleyen prenses" Federica babalarına karşı çıkarak şatolarından ayrılıp düşlerinin peşinden gitmeye karar verirler ve atlarına atlayıp yola koyulurlar.
Serena, mutluluğu yalnızca denizde bulacağından emindir.
Issız bir çölden geçerken (kalabalık çöl gören var mı acaba :) konuşan kaktüsün yanında karşılaşırlar.
İkisi de gerçekten birbirine çok benzemektedir. Ya da kitaptaki  haliyle:
"Durdular, büyük bir şaşkınlıkla, uzun uzun birbirlerine baktılar: Federica ve Serena birbirlerine çok benziyorlardı, hatta aynı gibiydiler. Yani tam olarak aynı,aynı,aynı değildirler. Ama yine de aynı,aynı, aynıydılar." :)
Kaynak: burada
Düşlerinin peşinden gitmek konusunda yaptıkları ve başlarına neler geldiğini özellikle yazmak istemiyorum; okumak isteyenlere kitabın tadını kaçırmamak için.
Ancak arkadaşları olan alpyıldızı ve denizyıldızınından bahsetmemek olmaz. Her ikisi de Serena ve Federica için oldukça özel ve kıymetli; çünkü onların en yakın arkadaşları. Ancak yolculuk boyunca yanlarında değillerdi. Peki sizce onları özlediler mi?
İşte bu sorunun cevabını konuşan kaktüs-papağan veriyor:
"Mutluluk, sevgili prensesler, ne denizde ne dağlarda ne başka bir yerde... Mutluluk bizi seven ve bizim de onları sevdiğimiz arkadaşlara sahip olmaktır. Sihirli suyun size söylemek istediği bu. KRAA KRAA KUİK KUİK! KREE KREE KUİK KUİK" :)

Mutluluğu bence hepimiz başka başka yerlerde arıyoruz.
Ben de denizlerde arıyormuşum mesela :)
Hani bazen tam da "olmamız gereken yer"deyizdir...
Bunu yaşamadan bilemeyiz,
Ancak "düş"ler olmadan da olmuyor sanki :)

*Can Yayınları tarafından yayımlanan kitabın resimleri ara ara yazıların önüne geçmiş, dersem abartmış olmam sanırım.
* Kitapla ilgili BDK Banu ne düşünmüş, neler yazmış okumak isteyebilirsiniz.
** Künye yazmayı hep unutuyordum; şimdi unutmadan ekleyeyim:
Künye:Denizi Düşleyen Prenses
Özgün Adı: La Principessa Che Sognava Il Mare
Yazan:Stefano Bordiglioni
Resimleyen: Octavia Monaco
Çeviren: Tülin Sadıkoğlu
Yaş grubu: 6+
Can Çocuk, 2012, karton kapak, 45 sayfa
Devamını oku »