Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




sohbet muhabbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sohbet muhabbet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Nisan 2017 Cuma

Dün / Bugün: Keşif Zamanı

Hastalıkları atınca ve havayı da güzel görünce coştum iki gündür. Normalde daha "bilindik" ve aslında "güvenli" yerlerde seyre çıkar, çoğunlukla her zaman yaptığım şeyleri yapar sonra da dönerim. (öğlearasıesoş etiketinde bulabilirsiniz beni :) Ama son 2 gündür "güvenli" bölgede durmadım ve yürüdüm gitti :)


Yürüdüğüm ara yollar beni yeni açılmış güzel bir kafeye götürdü. Ben sadece "kahveci" olduğunu düşünüp girdim ama meğerse yemek seçenekleri de varmış. (Her şeyin olduğu bir kafe değil neyse ki) Benim için önemli olan açıkçası bulunduğum mekanda hissettiklerim. Yani orada iyi/özgür/keyifli hissediyorsam ve muhatap olduğum kişilere gıcık olmamışsam sipariş verdiğim şeyi sevmesem de olur. Ama tabii seversem de ballı lokma tatlısı. Bunun en güzel örneği elbette ki Grano. Ama Grano'ya alternatif de eklediğim için mutlu oldum. Konseptler neredeyse tamamıyla farklı ama henüz çok kalabalık olmadığı için dün ve bugün gittiğimde rahatlıkla sakince oturup kahvemi içip kitaplarıma gömülebildim.

Ve o ara yine ne yapacağını şaşıran ben, notlar da aldım. Bu notların bazılarını blogumda paylaşasım var :)
Kahvenin yanında 1 tane mavi renk çokomel vardı, ben de "Aa mavi, kızım çok sevinecek" dedim diye bir tane daha getirdiler hatta bugün gittiğimde direk 2 tane çokomel gelmişti :) Güzel bir detay bence, gülümsetti beni.
Mekan, yanlış anlamadıysam 5 arkadaşın ortaklaşa açtığı bir yermiş ve farklı bir şeyler yapmak istemişler. Bunun için çok da çaba harcanmış gibi durmadığı için ayrıca sevdim :) Bu manzaranın önünde bugün oturup canım Dilge'nin kitabını yeniden okudum, notlarımı aldım ve beni çocukluğuma götüren ne varsa hatırlamaya çalıştım.


Dün ve bugünü biraz karışık anlattım ve daha çok kafe tanıtımı gibi olsa da aslında orada bambaşka bir kitap daha okudum ve okuduğum her satır ile beraber yenilendim. İliklerime kadar mavi enerji ile doldum. Hangi kitap olduğunu tahmin eden oldu mu? O kitabı ayrıca yazacağım, Güneş sana buradan selam gönderiyorum


Okuduğum kitap ile beraber açıkçası "Değişim Güzeldir: Baş" kategorisinde epey yol ilerledim.

Hani bisikletinizle hem dengede durmaya çalışıp hem de etrafa bakmaya çalışırsınız ve aslında ikisini de TAM yapamazsınız. Sonra karşınıza bir papatya tarlası çıkar ve içinizde hissettiğiniz o tuhaf duygunun peşinden tarlaya biraz merak çokça da "acaba" ile girersiniz. Girdikten sonra tedirginlik yerini ferahlamaya ve daha önce hiç almadığın nefesleri almana bırakır. Önündeki yol ise sonunu görebileceğin kadar yakın ancak bitmesine izin vermeyebileceğin kadar uzundur. Çünkü o yolda olma halidir seni özgür hissettiren.
Daha az önce üzerinde dengede bile duramadığınız bisikletle bir anda bütünleşip papatyaların o muhteşem kokusunu (leylak da olurdu ama kokusu benim başımı ağrıtır :) da içinize çektiğinizde kenarlarından dumanlar çıkan bir kapı çıkar karşınıza. Hayda! Bu kapının ne işi var burada? Kapıdan geçip ilerlemek veya hep bulunduğunuz yerde kalmak elbette ki sizin elinizdedir. Belki tanıdık bir his ile yaklaştığınızda "evet o daha önce karşınıza çıkan" kapı olduğunu hissedersiniz; daha önce cesaret edip de geçmediğiniz o dumanlı ve buharlı kapı. (Psikolojik çözümlemelere girmeyelim ama evet kapı önemli bir simge) Gözünüze ilişen papatyaya ulaşabilmek için geçtiğiniz kapının ardında o beklediğiniz "bambaşka" hayat veya his yoktur. Sadece zaten hep içinizde olan "nokta" kabuktan çıkıp gerçek ÖZ ile buluşur. Ve bir bakmışsınız bisikletinizle hem dengede gidiyorsunuz hem de etraftaki güzellikleri kaçırmıyorsunuz çünkü hayat sadece deneyimlerden ibaret. "Yanlış" veya "eksik" yapılan bir şey de yok. Tam da olması gerektiği gibi :)
Bu kitabın bende uyandırdığı hislerin başlangıcı diyelim...
Devamı için kitabı bitirdiğimde uzun bir yazı yazma niyetim var.

"Özünde iyi, kaçınılmaz olarak kusurlu varlıklarız, buna güvenebiliriz." 






Devamını oku »

13 Nisan 2017 Perşembe

Ghost in The Shell / Rumuz Goncagül :)

Birbirinden bu kadar farklı konuları aynı başlık altında toplamayı nasıl başardım bilmiyorum.
Hepsini ayrı ayrı da yazabilirdim aslında ama birleştirmek istedim.
Öncelik Kabuktaki Hayalet filminde.
Yine fragmanını izlediğimden beri merak ettiğim bir filmdi. Ne yazık ki animesini izlememiştim ki üniversite zamanında anime sever bir arkadaşımın "anime buluşmaları"na katılıp boş gözlerle onları dinlemişliğim var. "Ghost in the shell" o zamandan beri hafızamda :)
Öyle hasta ve kötü bir günde izledik ki filmi, şartlar öyle gelişmişti ve ben geri adım atmadım. İyi ki atmamışım. Tek izlesem belki korkardım. Korkacak bir şey olduğundan değil de en ufak bir ani gelişen sahnede hoplayan ve hiç tanımadığı bir insanın (One Missed Call filminde sene 2008, hala neden izlediğimi bilmediğim korku filmi, ıyy) koluna yapışacak kadar heyecanlı bir tip olduğumdan olabilir :)
Ghost ne the shell, fragmanı ile bende oluşturduğu dünyayı veremedi ama sanırım bana çok daha farklı ve özel bir şey hissettirdi: Sen neredesin ve ruhun nerede? Scarlett Ablayı zaten severim ama filmde rol için "yeterince" robot-insan olmadığını düşündüm. Sorun oyunculuk da değil, yönetmenin o rolü işleyişindeki eksiklik hatta belki senaryoda eksik kalan bir şeyler. Olayın bilim-kurgu-macera kısmı da epey ortalama. Kısacası "ortalama" bir film, genele bakarsanız. Ancak işin "felsefesi" noktasında bende epey farklı noktalara dokundu. Kabuğum nerede, kabuğumdaki hayalet nerede ve BEN neredeyim. Gibi gibi...
Filmden çıkınca da kahve kazandım. Nasıl mı?
Karabalıkla girdiğimiz iddiayı kazandığım için.
"Scarlett Abla ve Woody Allen da birlikte epey film yaptılar." dedim. Film üstadı (!) koca kişisi "Ne alakası var, en fazla bir filmde beraberdirler." dedi. Ben de "En az 3 film hatta sayabilirim." dememe rağmen, sonuç Grano'da filtre kahve iddiasına döndü. Ve elbette ki Google Amca da beni yanıltmadı ve ben o kahveyi kazandım. Hani filmleri izlemesem bile sinema konusunda benimle iddiaya girmesen mi canım karabalıkçım :)


Geçtiğimiz günlerde de RUMUZ GONCAGÜL oyununa gittik. Aslında niyetimiz Carmen'i izlemekti operada ama bilet yoktu. Annem de sağolsun Elife bakınca, attık kendimizi Şinasi'ye :) Oyun kötü ise yarıda çıkıp biraz eğlenip eve öyle geçeriz diyorduk ki (iyi çakallık :P ) oyun bence gerçekten iyi çıktı. Şöyle ki inanılmaz güldük. Canlı performansta bu kadar gülebilmek de insana ayrı bir haz veriyor açıkçası...Benim tiyatrodan beklentim de bu kadar. İyi oyunculuk ve keyif alma. Onun haricinde "sanatsal" kısmını çok da yorumlayabilecek potansiyelim yok :) Bu da bana yetiyor.

Vee gelelim diğer konuya diyecektim ki...
Onu burada ayırdım ve "Bugün" başlığına ekledim.
Buyrun oradan devam edelim.
Sanatsal aktivite sayfamız şimdilik burada bitti.
Annem de iki gün sonra gideceğine göre sezonu kapatmış sayılır mıyız bilmiyorum.
Belki ben müzik ve film festivalleri için kaçamak yaparım.
Bekleyin beni festivaller :)
Devamını oku »

12 Nisan 2017 Çarşamba

Elif 3 Yaşında! :)

Sarı papatyam 3 yaşında :)
Vay be! Değil mi?
Bu yazıyı geçtiğimiz haftalarda uzunca yazacaktım ama malum hastalık sebebiyle vakit bulamadım. 9 Nisan saat 11.30'da doğdu minik kuzum.
14.5 ay beraber evdeydik ve sonrasında Elif bir anda tam zamanlı kreşe başladı. Ağustos ayından beri 2. kreşine gidiyor ve çok şükür mutlu. Öğretmeni hamile, sanırım Mayıs sonu gibi ayrılacakmış, 2-3 ay sonra (bence Eylül olsa ve bebeğiyle daha keyifle ilgilense daha güzel olur) dönmeyi düşünüyormuş ama o arada hangi hoca bakacak bilmiyorum açıkçası. Hem merak ediyor hem de etmiyorum yani açıkta bırakacak halleri olmadığına göre, hakkımızda hayırlısı diyorum.
Hala en sevdiği renk MAVİ. Hem de açık mavi.
O yüzden de partisinde bolca mavi renk vardı, kreşteki partiye bir de Elsa eklemişler ama onunla bizim alakamız yoktu, görünce şaşırdım.
Tam 3 kutlama yapıldı 3 yaşında olduğu için :)
Şubat ayında geniz etini alınmış ve iki kulağına tüp takılmıştı. Horlama ve ağızdan nefes hali direk kesilse de yeşil burun akıntısı hala devam ettiği için Kbb-Çocuk Alerji doktorlarını ziyaret ediyoruz. Önceki ihmallerimizi yapmamaya çalışıyoruz diyelim.
Resim yapmayı da seviyor ama bence Elifin olayı müzik ve dans. Daha küçükken arabadaki melodinin Mozart olmasına farklı tepki verdiğini gözlemlemiştik; şimdi ise favorisi Pop 80'ler :) Karnaval Radyoda başka bir kanal açılınca muhakkak değiştiriyor, müziğin sesini açıp dans ediyor. İçinde bir 80ler ruhu var sanırım...


Yemek konusunda eskisi kadar rahat yemiyor. Yani sadece ve çoğunlukla kreşte düzenli besleniyor ancak evde mutlaka bir şeyler buluyor, dolanıyor, en sevdiği yemek de olsa yemek istemiyor. Çok alternatif üretmiyoruz aslında çünkü zaten hepimizin ortak sevdiği yemekleri yapmaya vaktim oluyor. Her seferinde Elife özel bir şeyler düşünmüyorum. Buna alışmasını da istemem, oldukça yorucu. O yüzden biraz neyi ne kadar istiyorsa yiyor. Çoğunlukla pek bir şey yemediği için babası takviye yapıyor ama ben hala "yerse yer yemezse yemez" diyorum ve kreşte aldığı besinin yeterli olabileceğini düşünüyorum. O yüzden de en sevdiği yemekler diye ayrıca bir şey yazamam ama hani sarma, yoğurt, pilav ve köfteyi genel olarak seviyor; bazen onları da yemiyor. Yemediği şeyler çoğunlukta aslında.
Uyku konusunda göreceli bir yol kat ettik yani uyku saatlerini vs anlatınca insanlar "aa olmaz öyle" diyorlar ama bizim için o önemli bir yol alma, o yüzden Elif'i kendi içinde değerlendirecek olursam, +1 her zaman 0'dan büyüktür felsefesi ve matematiğine tutunurum ve orada kalırım :)
Elif'in pek geçmek bilmeyen "olayı" aslında, ağlama krizleri. "Malum, dönem gereği, yaşı itibariyle" falan demeyeceğim çünkü Elifin doğduğu andan itibaren olan bir şey olduğundan buna başka bir isim vermek gerekiyor: "Kronikleşmiş kendini ağlayarak ifade etme" hali! Bu halden muzdarip olanlar birleşelim ama bana ne olur şunlarla gelmeyin olur mu, o kadar çok duydum ki, söyleyenlere kaplan bakışımla cevap veriyorum artık:
- Aaa ama Elif çok sessiz ve sakin bir çocuk. Ağladığını da hiç görmedim. Siz yanlış yorumluyor olabilir misiniz?
- Bizimki çok hareketli ve haylaz, bak sizinki ne kadar sakin ve sessiz. (1. ile neredeyse aynı duruyor ama değil, ton farkı var, bunu kaçırmayalım)
- Sen öyle diyorsun ama inan bizimki de öyle, önünden bir şey alınınca hep ağlıyor, krize giriyor ve yere atıyor kendini. (O ara gözümü devirerek bunun ne kadar sürdüğünü soruyorum: 'Tam 15 dakika' diyenlerle ilişkimi kesiyorum. ahahahaha)
- E ama bu yaş dönemi böyle napacan, geçiyor merak etme!
- Fazla bir aradasınız, biraz dışarı çıkın Elif olmadan...

Her birine ayrı ayrı ve dolu dolu verecek yanıtım var çok şükür ama olay atar yapmak değil, sakince durumu değerlendirmek. Hazır mısınız?

Her şey yağmurlu bir Ankara gecesinde minik siyah saçlı bir bebeğin (o zamanlar sarı olmasından eser yoktu) ömrünün 10. akşamında bir anda sarılıktan çıkıp kendini "oyyy doğmuşum ben oyyy" diye fark etmesiyle başlar; yaklaşık 4.5 ay kadar "kolik" denilen ağlamaları şaşmadan tekrarlar çünkü evde saat yoktur, dolayısıyla anne ve babanın saatin tam 17.00 olduğunu bilme imkanları kalmamıştır; iyi ki her gün tekrarlanan bu ağıtlar vardır.
Kucağa alınmaya alışan bebek kişisi çeşitli duygu sömürüleri yardımıyla anne ve babası ama en çok babasını kendine esir eder ve yaş büyüdükçe çeşitli şirinlikler ile bu ağlamaları gizlemeyi başarır. Her şeyin çok önceden farkında olan anne kişisi ise tam zamanlı kreşe bıraktığı ve özlediği yavrusu için vicdan azabı hissederek yapılan ağlama ve krizleri göğsüne pas alarak yavaşlatıp o haliyle evin içine almaya başlar, zamanla bu pas alan kişinin yeri değişmeye ve göğsü en kuvvetli kişi baba kişisi olmaya başlar. Çünkü nedir, "babalık, kız çocuğunun bir bakışıyla erimektir." Ve bu süreç öyle bir gelişir ki sonunda yumurta mı tavuktan yoksa tavuk mu yumurtadan noktasına gelirler. Neticede ortada bir yumurta da olsa onu yiyebilen yoktur, herkes sadece aval aval ona bakmakta, bazen etrafında dolanmakta ama asıl sorun şu ki NE YAPACAĞINI BİLEMEMEKTEDİR. Gelinen noktada ağlamanın çeşitli formları tecrübe edilmiş, sıvı-gaz-katı formülleri görülmüş, ağlamanın geçirdiği evrim ile birlikte "kusmasız ağlama", "bayılmalı ağlama", "2 saati geçen ağlama", "30 dakikalık ağlamaya ağlama bile demem ağlaması" gibi kategoriler bu ailenin hayatına sinsice girmiş ve hatta oraya yerleşmiştir. Etraflarındaki hemen herkesin yaptığı "uzman" yorumlara kulak tıkayalı çok olmuş, mümkünse gerçek bir "uzman" arayışına girilmiş ve ne şanslılar ki o kişiden randevu alabilmişlerdir hem de maaşlarının yarısını bırakmaları gerekmeden! Lakin kader ağlarını örmüş ve anne kişisinin iş yerindeki belirsizlik sebebiyle o randevuya gidilememiş ve şu an bebek kişisinin her ağlamasına uzun süredir yaptıkları gibi donuk bir ifadeyle bakılmaya başlanmış veya bebek kişisi ağlaması bitene kadar odasına gönderilmiştir. Bunların hiçbiri "kalıcı çözüm" olmamış ve elbette sarmal daha da katlanarak ilerlemiştir. Hayatta hiçbir şey çözümsüz değildir felsefesine ve sağlığımız yerinde çok şükür cümlesine inanarak yollarına devam eden bu aile için bu masal da -şimdilik- burada bitmiş :)

Belki çok detaya giremedim, yaptıklarımızı/yapmadıklarımızı yazamadım ama açıkçası Elifin "dönemsel" bir ağlama hali yok. Geniz eti sıkıntısı sebebiyle olabileceği yönündeki söylentiler son 2 ayda yani geniz eti operasyonundan sonra da geçmeyince sadece gülümsetti bizi.
Sorunun NEYDEN kaynaklanabileceğine dair elbette ki bir fikrimiz var veya ÇÖZÜM ÖNERİLERİ geliştirebiliyoruz çok şükür. Ama bundan Elifin haberi olmuyor veya bunu reddediyor.
Olayın özünde, anne ve babanın farklı hareket etmesi, babaya aşırı bağımlılık, babanın kızına aşırı düşkünlüğü ile beraber gelen şımartma hali,elbette ki dönemsel ve yaşa bağlı faktörler, anne-baba-çocuk üçlüsünün çoğunlukla bir arada olma hali ve anne ile babanın beraber bir şeylere gidip bu sarmaldan çıkamamaları vb. etkenler var.
Çözüm yolu olarak işin aslı Harvey Krap abinin "mağara adamı" yöntemi gibi şeyleri denedik ama benim en sevdiğim ve bence en etkili olan yöntem şu oldu. Ağlama/inat krizi gibi bir şeyin hemen başlangıcındaysak ve şiddetin artacağını hissetmişsek ilgiyi başka bir şeye yönlendirme yöntemini uyguluyoruz ama yaş ilerledikçe çok da etkili olamıyor. Benim asıl sevdiğim, önce derin bir nefes alıp Elifin seviyesine inip, durumu sakince açıklayıp göz kontağı kurmak. Bazen beraber karar almaya çalışmak bazen alternatif bulmak. İnatla yaptığı herhangi bir şeyde ise "3'e kadar sayıyorum" yöntemi çok sık kullanmadığımız için inanılmaz işe yarıyor. Diyelim ellerini yıkıyor ve zaten aradan belli bir süre geçmiş, (üst baş ıslanmış, ona alışkınız, sorun değil) ve o musluk ısrarla kapanmıyor... "Elif 3'e kadar sayıyorum...1...2..." dediğimde yüzde 90 olarak "3" dememi beklemeden o işi yapıyor. 3 dediğim an, benim yapacağımı biliyor ve bunu pek riske atmıyor. yüzde 10luk dilimdeysek ve onun yapmak istediği şeyi ben yapmışsam işte o zaman DANS başlıyor, o dans da Elifte en az 50 dakika sürüyor.
Elifin nasıl davrandığından daha çok ilgilendiğim şey ise, bizim NASIL davrandığımız ve NE hissettiğimiz. Uzunca bir süre (Tütenle çalışmadan önce) inanılmaz suçlu/kötü hissettim. Durumu iyi yönetemediğim için böyle olduğuna kendimi inandırdım ve dolayısıyla anne-baba çatışmaları da kaçınılmaz oldu. Nasıl olmasın ki o uykusuzluk ve gerginlikte...
Son dönemde Elif'e "ağlaman bitmeden odandan çıkma/ ağlaman bitince odandan çıkabilirsin" yöntemi uyguladık. İlk başta çok etkiliydi. Odasında ağlayıp, ağlaması bitince "anne bitti ağlamam hadi sarılalım" diyordu. İçim yine cız etse de ona kocaman sarılıp ağladığı için odasında olma "ceza"sını kendimce hafifletiyordum. Ki şu an bu yöntem öyle ters tepti ki, "Beni yalnız başıma bırakmayıııın"lara döndü. Aklıma Özgür Bolat'ın kitabındaki cümleler geliyor ve ne zaman ödül/ceza verecek olsam önce bir durup düşünüyorum. Ama uygulama kısmında elbette ki çok zorlanıyorum(z) çünkü hala bütünlük sağlayabilmiş değiliz.
İnsan gerçekten anne ve babalıkta hem kendini yeniden keşfediyor hem büyüyor hem sabır sınırlarının genişliğini görüyor hem de öyle bir an geliyor ki "ne olur biri bana yardım etsin ve şu an ne yapmam/söylemem gerektiğini söylesin." diyor.
Biliyorum bunları az veya çok, şimdi veya sonra ama hepimiz yaşıyoruz.
Yalnız olmadığımı bilmek bile bana güç veriyor.
O yüzden de annelikle ilgili kişisel tecrübelerini paylaşan bloggerları (tanıtım, reklam, abartı içermeyen) seviyorum. Hani buluşalım da sohbet edelim desek, yapamayız.
Böyle olunca biliyorum ki "tadımlık" da olsa birbirimize destek oluyoruz.
Yeri gelmişken teşekkür edeyim :)

Bir diğer konu başlığımız da "tuvalet alışkanlığı". Elif için bu süreç henüz tamamlanmadı, bezini çok seviyor ve bezindeki fazla kaka/çiş vs. onu rahatsız etmiyor. Yaz başındayken yani Elif 2 yaş 3 aylık gibiyken denediğimiz bez çıkarma halinin olumsuz etkisini hala yaşıyoruz desem inanır mısınız? Elif yaşadığı bir şeyi ASLA unutmayan bir çocuk. Bu yaş grubu nasıldır gerçekten bilmiyorum ama Elif doğduğundan beri öyle. Ona söylenen bir şeyi, oyuncaklarını, yapılan bir tartışmayı veya o yoldan daha önce geçip geçmediğini, o yolda yaşadığı herhangi bir olayı... asla unutmuyor.
Tecrübesizlik kaynaklı olarak (ve evet biraz da gaza gelerek) annemin yazlığındayken Elifin bezini çıkartıp külot giydirmiş ve "Ta taa artık bez yok" demiştik. Elif de bacağına sıcak çişler gelince korkmuş ve bir müddet kendine gelememişti. Bunda altyapı eksikliğimiz vardı. Kendimi suçlamasam da teknik hatalarımız olduğunu şimdi bakınca görebiliyorum. Ağustos ayında kreşini değiştirdiğimizde sınıfındaki çocukların yarısı bezliydi ancak zaman ilerledikçe sınıfta sadece 2 çocuk bezli kaldı. Bu durum Elifte "olumlu" veya "gaza gelici" bir etki yaratmadı.
Sticker yöntemi de oldukça kısa süreli işe yaradı.
Tuvalet adaptörü ile başlamıştık ve kısa sürede ondan korkmamayı öğrenmişti, bezli de olsa bezini çıkarttırıp çişini ve hatta kakasını tuvalete yaptığı bir dönem de oldu. (Kasım-Aralık gibi) Ancak o dönemde bile külot giymek istemiyordu ki oldukça sevimli külotlar aldık, onları çok sevdi ve hep "büyüyünce" giyeceğini söyledi. Benimle beraber doğduğundan beri tuvalete girdiğinden "model alma" yöntemini de uygulamış olduk diyebilirim. Bebekleri üzerinde de uygulamalı çalışmalar yaptık. Derken adaptörden lazımlığa geçtik, biraz daha kendi boyuna uygun ve MAVİ bir renk sandalye tipi bir şey seçtik ve Elif onu da sevdi. Yani zaten en başından beri "şimdi çişimi yapıyorum." veya "anne ben çişimi tuvalete yapacağım." diyen bir çocuk-tu ama ASLA bezini de çıkarmak istemiyordu. Kaka konusunda oldukça keskin bir geri adım attı ve bezini hep kakasına yapmak istedi. Geçtiğimiz haftalarda bir blogda beze yapılan kakanın da tuvalete atılıp sifonun çekilmesinin etkili bir yöntem olduğunu okumuştum. Onu deniyoruz. Ve gösterdiği tepkiler ilk başta "Ama o benim parçam, ayrılmak istemiyorum." tepkisiydi şimdi alıştı sanırım. Aslında böyle "normal" tepkiler verdiği için seviniyorum da :) Çünkü daha önce hiçbir yerde okumadığım "sorun"lar değil bunlar. Şu an bezini tuvalete yaptığında okuduğumuz kitapların etkisi oldu elbette, kakalarını "bay bay kakalar, ailene selam söyle" diyerek uğurluyor ama hala bezine yapmak istiyor.
Kreşte öğretmeniyle konuştuk ve hatta farklı aralıklarla alıştırma külodu ile acaba geçiş yapabilir miyiz diye denedik. Birkaç sefer söylüyor çişini sonra elbette ki unutuyor ve o duygudan hiç hoşlanmıyor ve anında geri kaçıyor: ben bezimi istiyorum. bez eşittir güvenli bölge. Bunu benimsemiş olduğunu gördüm. Çünkü birkaç defa evde de "ben bezimi istemiyorum" dediğinde benzer şeyler yaşadık ve birkaç saat sonunda "bezimi istiyoruuumm"dedi. Ben de hiç inatlaşmadım. Hatta annem "ama siz hep seçenek sundunuz" diyor. Belki haklı, sadece inada eğilimi olan bir çocuğa böylesi özel bir konu için gerginlik yaşatmak istemedim. Kısacası dışsal bir motivasyon değil de hep içsel bir motivasyon oluşturmak istedik, onun için de yavaş ve sakin bir yol izledik ama acaba çok mu yavaş kaldık :)
İşin bir de bizim açımızdan yaşananlarına bakacak olursak, insanlar çocuğunun bezini neden çıkartmak istiyor anlayabilmiş değilim. Yani bir çocuk 18 aylıkken de bezinden rahatsız olup bezini kendi isteğiyle çıkartabilir, bu çok normal bir şey ama (2 yaş 3 aylıkken gaza gelip bizim de yaptığımız gibi) "vakti geldi" diye neden bezi çıkartmaya çalışır? Bez oldukça büyük bir kolaylıkken :) Ve bizim en başta reddettiğimiz diğer husus, gece ile gündüz aynı anda uygulanmalı yöntemi..."Yok ya!" demiştik ilk okuduğumuzdan beri. Zaten kuş kadar uyuyoruz, bir de Elifi gece belirli aralıklarla uyandırıp üzerindeki tulumu da çıkartıp çişe oturtacağız. Buna gerçekten ne bedenen ne de zihinsel olarak hazır değildik. Hala değiliz bence. Gece en erken 23.30da uyuyan bir çocuğunuz varsa -şanslıysanız o gece uyanmamış veya ağlamamışsa- sizin en erken uyuduğunuz saat zaten 12 veya 12.30 oluyor. Sabah alarm da 06.30'da çalmaya başlıyorsa, insan bütünlüğünün devam edebilmesi için ben değil Elifi çişe kaldırmak odasına girmem gerekirse parmak ucunda ilerliyorum. Evet seste uyumaya falan alışmadı çünkü zaten uyumaya alışmadı ahahaha :P
Bunun haricinde karabalık zaten (tipik erkek tepkisi gibi geliyor bana) "Vakti gelince bir anda Elifin bezini kendisinin çıkartacağı" rahatlığında. Haksız sayılmaz, Elifin ani geçişleri oluyor ve sizi şaşırtabiliyor.
Ve ben de kendi açımdan şunu soruyorum. "Elifin bezini çıkartması senin için önemli mi? Önemliyse neden önemli?"
Sanırım bunda ne yazık ki toplumsal bir baskı var. Çünkü "3 mü aa ne kadar geç kalmışsınız." dediklerinde çoğunlukla şaşırıyor ve yüzde 10luk bir dilimde de olsa üzülüp "geç miii?" diye panik yapabiliyorum. Ama bir an durup düşünüyorum: neye geç kalmış olabiliriz? Yani gelişim evrelerinden birini tamamlamaya çalışan bir bireye bunu yapması için izin vermek ve olanak tanımak, çok yavaş bir hareket mi? Amacımız tabii ki tamamen salıvermiş veya boşvermiş bir şekilde "olur yeaa" demek değil. Bu süreçte işin aslı kitap-sohbet-oyunlaştırma-ödül-motivasyon vb yöntemleri denediğimiz için aklıma "akışına bırakmak"tan başka bir şey gelmiyor. Hani klasik bir laf var ya, "hangi çocuk bezli kalmış ki?" diye :) Sadece bu konu için değil genel olarak inatlaşmaya meyilli bir çocuğu böylesi önemli bir konuda soğutmadan veya ürkütmeden sakince, gözlem yaparak ve tabii saygı duyarak ilerlemeye çalışıyorum. Annemin dediği gibi seçenek sunuyorum ki bu acaba yanlış mı bilmiyorum. "Anne ben kaka yapacağım/yapıyorum" dediğinde "Tuvalete yapmak ister misin?" diye soruyorum ve cevabı her seferinde "Hayır" oluyor. Böyle olunca üstelemiyorum(z). Oyunlaştırdığımızda öğrendiğimiz ve zaten gözlemlediğimiz şey ise Elifin tuvaletten veya bezi haricinde bir şeye tuvaletini yapmaktan KORKUYOR olması. Bunu bilinçdışı bir şekilde mi geliştirdi açıkçası bilmiyorum çünkü beni tuvaletimi yaparken hep gülümserken gördü :) Daha ne diyeyim yani ahahaha :) KORKU demişken, o konunun daha da uzun olduğundan bahsedeyim, belki buraya sıkıştırmamak daha mantıklı... Ama Elif korku duygusunu sıklıkla hisseden ve hissettiren bir çocuk. Belki de bu yüzden tüm fiziksel şartları "tamam" ve "uygun" olsa bile Elifte travmatik bir etki yaratmak istemediğimiz için "gözlemci" ve "seçenek yaratıcı" pozisyondayız.
Dolayısıyla tecrübeli annelerden benzer deneyim yaşamış olanlara sorabilirim çünkü bu bloga yorum yazanlarda çok şükür şimdiye kadar kimse ahkam kesici veya yargılayıcı bir boyutta bir şey yazmadı. Hep yapıcı yorumlar aldım. Bunun için ayrıca çok çok teşekkür ederim :)
Aklıma gelenler şöyle:
- Mevcut bezi Prima'nın beyaz olanı, dolayısıyla yaptığı çişi çok da rahatsız etmeden tutuyor. İlk aşamada çişten rahatsızlık duyabileceği bir beze geçerek deneme yapılabilir.
- Kademeli olarak, mesela eve geldiğinde yatana kadar "şimdi free time" denebilir, bunu da kabul edebilir aslında ama bacağına gelen çişlerin sıcaklığı Elifi çok ürkütüyor. Emin olamadım.
- Diğer bir seçenek, yukarıda bahsettiğim gibi "akışına bırakmak" olabilir. Şu aşamada çünkü bunu "geç kaldık" veya bir "sorun" gibi algılamıyorken doğal bir süreçte devam edebiliriz. (mevcut durum)
- Afilli tuvalet alınıp özendirilebilir? İlk olarak Potete'den almıştık. Şimdi İkea'nın sade modeli (hem adaptörü hem lazımlığı) ve mavi sandalye şeklinde lazımlığı var. En çok onu seviyor ve canı istediğinde veya banyo süreçlerinde zaten ona yapıp çişini tuvalete döküp sifonu çekip elini yıkıyor :) Dolayısıyla afilli tuvalete gerek var mı? Bilemedim.

Tuvalet işi de böyle. Geleyim, tüm bunları kapsayan diğer minik başlığa. Elif için değil ama Elife nasıl davranacağımızı öğrenebilmek için bir çocuk psikologuna gideceğiz inşallah.
Elif 3 yaşında diye farklı şeylerden de bahsedebilirdim belki ama ben bunları yazmak istedim. hem de azıcık gecikmiş bir iç dökme de oldu, bak rahatladım :)

Minik kuzum, sarı papatyam çok şükür, 3 yaşında 💙


En sevdiği şeylerden biri, müzik açıp dans etmek, oyun hamurlarıyla oynamak ve tabii ki puzzle yapmak. 24lük büyük boy puzzle'ları genelde tek başına yapabiliyor bazen yardım da istiyor. Bu puzzle 60 parça, hediye gelmişti doğum gününde, babasıyla yaptılar.
Bir de kitap okunmasını sevdiği kadar (hatta belki daha çok) masal dinlemeyi seviyor. Ama çok çok çok seviyor. Siparişli masallar anlatıyoruz.
"Masal anlat anne."
"İçinde ne olsun Elif?"
"ımmmm... Mavi, ayakkabı, balık, göz, yıldız olsun"
"Heeee, tamam. Bir varmış bir yokmu..."

İşte böyle Elif cephesinden haberler de.
Kuzular sağlıklı olsun yeter, değil mi?
Çok şükür 💓







Devamını oku »

7 Nisan 2017 Cuma

Teyzeler :)

Geçen hafta Pazartesi öğleden sonra "üşüme" ile başlayan rahatsızlık sürecim, 2 haftanın sonunda farklı bir yere doğru evrildi. Arada geçen zamanda üşüme-titreme-duvara 15 kere çarpılmış ardından da üzerinden kamyonla geçilmiş hissi-öksürüğe eşlik eden migren-relpax ile de geçmeyen migren-acile gitme iğne vurulma-aa dur ben gelmemiştim, ben de geleyim burun akıntısı-olmadı koyu yeşil burun akıntısı-haydi tekrardan çarpıyoruz duvara- yine acil yine iğneler- geçmeyen burun akıntısı ve sonunda sağ burunun tıkanması- onu açmak için çeşitli yöntemler... derken bugüne geldik. Bunun adı sinüzit mi her ne ise, alnımı ve gözlerimi ağrıttı, kronik sinüzit olanlara Allah kolaylık versin. Tüm bunları tetikleyen değil ama tüm bunlara eşlik eden iş yeri gerginliği. Hani her zaman olanından da değil; farklı bir türde olanından. Bu hafta pazartesi gününü azıcık anlatayım: pazar gece acilde olup "işe gitmem lazım bana serum verin" dediğim doktor "sen ayakta duramıyorsun, 2 gün rapor verecem" deyince beni aldı bir gülme. Geçen hafta da dinleneyim diye raporum olsun istemiştim ama olmamıştı :) Neyse pazartesi sabahı değil yataktan çıkmak yattığım pozisyonu değiştirebilecek halde değildim. O gün onları yaşayan ben değildim. Şimdi bakınca başka biri yaşamış gibi geliyor. Her kimse o günü hayatı boyunca unutamaz bence. Neredeyse kendi kusmuğunda boğulup gidecekti garibim. Yazık ya üzüldüm kadına... Sabah evden çıkarken karabalığı duyuyorum; mutfakta bir şeyler var, ısıtıp yersin diyor. Bense tuvalete gitmem gerekmesin diye su içmeye korkuyorum. Ama ondan önce pozisyon değiştirip suya nasıl uzandım ve ilaçlarımı aldım, onlar da sadece muz ile duran mideyi nasıl bulandırdı bilmiyorum işte. Isıtacağım yemeklere uzanmayı bırak şunu hesapladım, yataktan bir şekilde çıksam mutfağa kadar nasıl yürürüm, kaç adım atmam gerekir, yerde sürünsem geri dönebilir miyim ve MUTFAK NEDEN BU KADAR UZAK!!! Sonunda öğle arası karabalık geri geldi ve besledi beni, kendisinden Allah razı olsun. O gün kabusumda beni boş asansöre atan şahsiyetlere de ayrıca hala kılım, belirteyim. Hatta pazartesi günü şu sesi bile duydum. Hani güreş yapıyorsundur veya boks neyse ve öyle bir darbe almışsındır ki nakavt olursun ve başında saymaya başlarlar: 1-hareket yok-2- hareket yok-3- hareket yok ve sonunda hafif melodili bir dans müziği başlar: La la la la la...La lalala lala la...Bu sesleri gerçekten duydum ama bak yemin etmiyorum.
Çarşamba günü işe geldiğimde beni gören 2 kişi irkildi ve gördükleri o "beyaz" şeyin sadece benim hasta suratım olduğunu 3 saniye sonra anladılar. Buna "valla" derim çünkü gerçekten yaşandı. Neticede 3 gündür de iş yerinde sürünerek de olsa mesaimi tamamladım. Sonuç, migren geçti bin şükür; grip (halsizlik, üşüme, burun akıntısı ve tıkanıklığı kaynaklı baş ağrısı) devam ediyor. Şimdi baktım da tırnaklarımda morarma var, titremeye geçmeden önce yazımı inşallah bitireceğim. Size söz! Bu akşam kardeşcağızım ve Ayçovski yeğenim geliyor, hastayım falan demeyip yalayıp yutacam kendisini ehehehe. (yok kız kıyamam, bebeler hasta olmasın, amin)
Peki bu başlık ne?
"Teyzeler" kim?
Geçen hafta fiziksel ve ruhsal olarak çöktüğüm bir anda eşimin beni tantuni yemeye götürdüğü bir an kafamı kaldırdığımda gördüğüm görüntü: Teyzeler!


Fotoğrafın hiçbir yerini özellikle kesmedim. Yüzlerini flulaştırmadığım için özür dilerim ama cidden yüzleri belli olmadığından ekledim fotolarını.
Kendilerine KESİNLİKLE bayıldım.
Yeni idolüm işte bu teyzeler.
Orada olduğumuz yaklaşık 1 saat boyunca birbirleriyle dahi konuşmadılar, sadece sessizce sayfa çevirip gazetelerini okudular. Kim olduklarına dair senaryolarım hazır, rol vermemi isteyen olursa mail yazsın. O derece keyifli hikayeler oldular, kafamda kurduğum için ekleyemiyorum, yoksa eklerdim. (Maybe one day-işte bunlar hep grip)
Hava güzel ama onlar üşüyorlar, kalın çoraplarının hastası oldum.
Etraf kalabalık ve gürültülü hatta curcunalı ama teyzeler son derece konsantre gazete okuyorlar.
Bir an şunu düşündüm: İşte hayatın anlamı bu!
Teyzeler, o gün ve sonrasında bilmeseler de bana hayat enerjisi verdiler, Allah razı olsun.
Ne zaman canım sıkılsa aklıma onların bu tatlı görüntüsünü getiriyorum ve işte "Her şey geçiyor be gülüm, biz yaşadığımız an'a bakalım" modu geliyor bana.
Meğerse tüm ihtiyacım olan buymuş.
Bir de bu kalın çoraplar.
Hani olmaz da olursa canım teyzeler, bu yazıya denk gelirseniz; öncelikle izinsiz fotoğraf çekimi ve paylaşımı için özür dilerim, hayatıma kattıklarınız için ayrıca teşekkür eder ve size sıkıca sarılırım.
O zaman hepimiz ısınırız belki, ne dersiniz?

* İç ısıtan önerilerinizi yazın, 17 nisanda hematologumla randevum var, sanırım 1 yıldır yanına gitmemek için ondan kaçtığımı öğrendiğinde azıcık kızacak, şimdiden iç ısıtan önerileri alayım, üzümle başlayalım :)
Devamını oku »

24 Mart 2017 Cuma

Değişim Güzeldir: Baş/ Kalıplar ve Yeni Elbiseler

Böyle bir yazı yazmak için açmadım bilgisayarı ve blogger hesabımı ama kendimi birden burada ve bu yazıyı yazarken buldum.
Sabahki yazıyı yazarken fark ettim ki beni de annelik yolumda zorlayan en büyük madde KALIPLAR. Daha doğrusu bu kalıplara sıkışmış hissetmek ve bu kalıplar içerisinde olmazsam kendimi güvende hissedememem. Buradan da "normal" olana ve normalliğin kime göre belirlendiğine göre gideriz. O yol çok uzun olur ve bugün -hele bugün- uzun bir yola çıkmak değil niyetim. Şimdi yavaşça kestirmeden gidelim ve patikaya sapacak olursak yolumuzdaki güzellikleri kaçırmayalım.
Geçen gün buraya bir şeyler yazacaktım ve başlığı da "Yarım Yamalak" olacaktı. Yazdığım yazıların içeriği başlıktan sonra gelir bazen. Bir anda gözümün önüne başlık çarpar. Birkaç gün üzerinde düşününce aslında "yarım yamalak" dediğim şeylerin biraz da bana öyle geldiğini anladım ve fark ettim. Yani bir şeyin illa o yoldan veya o şekilde olması gerekmiyor. Değil mi? Bunun için yazılı bir kural/kaide mi var? Yok. Ama öyle bir inanç/ kod kaydı var ve ne zaman o dizeye gelinse aynı kod diziliyor. Seksek mi oynayacaksın diyelim, illa ki sırayla 1-2/3-4-5/6-7/8-9/10 diye bir kod yazılıyor ve birinden birini atlasan telaş/panik/endişe çanları çalıyor ve bunu fark etmen de yeterli olmuyor. Bunun için "kişisel gelişim" kitabı okuman da kesmiyor. Çünkü teorik bilgin zaten deli gibi ve hatta rahatsız edecek kadar çok. Sana pratik lazım. Bunun için de ara ara yoluna "fırsat" olabilecek engeller çıkmalı ki aslında kodları yeniden yazman gereksin. Sıralamaya 4'ten başladığında dünyanın yıkılmadığını veya evi su basmadığını, sadece hayatın o veya bu şekilde devam ettiğini gör.
İşte bu yüzden krizleri fırsatlara çevirmek lafı son dönemde çok "para" koksa da aslında çok doğru bir ifade.
Daha önceki bir yazımda bahsetmiştim.
Son haftalarda kendimde MÜKEMMELİYETÇİLİK gözlemliyorum diye. Hatta daha ilgincini yazayım mı? Bu durum zaten hep varmış da ben yeni fark ediyorum desem ve tam burada bir kahkaha patlatsam ne dersiniz? Ben ilk fark ettiğimde, yüzüme orada olduğunu anlamadan yoluma devam ettiğim ve aniden şak diye alnıma çarpan cam bir yüzey varmış gibi hissettim. Hayatta da bu yüzeylerden var bence. İlk bakışta fark edilmiyor ama yüzünüze çarpınca bir anda kendinize geliyorsunuz. İşte bu da öyle oldu. Hatta belki benim mükemmeliyetçilik tarafımı benden önce keşfedenler benden çoktur :) Bu da ne demek biraz anlatasım var.
Mesela "yatak şöyle toplanır", "yemek şu şekilde ve şu kaşıkla/bu tencerede yapılır", "Elifin şu saatte ve kendiliğinden uyuması gerekir.", "Ben bu filmleri izlemeyi seviyorum, diğerleri mi ıyy hiç tarzım değil."Gibi gibi zilyon tane örnek yazabilirim.
Beni belki de bu yazıya iten az önce bir blogda okuduğum (Ayşe'nin Kozası) "Bir Kadın" yazısıdır kim bilir. Sokağın ortasında seslere aldırmadan yürüyen bir kadından bahsedilen bir yazı. Hani bazen sizin de dünya yıkılsa bir saçımı tarayayım veya kahve için su koyayım diyesiniz gelir ya, hah işte tam orada buldum kendimi :) Sokaktaki kadın "deli"miydi bilmiyorum belki sadece kahve suyu koymaya gidiyordu, olabilir.
Hazır fark etmişken pratiğe dökebilmek adına elimdeki okuyamadığım kitapları raflarına kaldırdım, yerlerine yeni kitaplar aldım. "Tarzım değil" bir filme bu akşam gitmek için ayarlama yaptım. Gidersem yine yazarım. Kendi kurduğum o küçük dünyanın haricinde neler olduğunu biraz da MERAK etmeye başladım ve açıkçası yeni deneyimlere açık hale geldim. Ya da "geliyorum" diyelim.
Bir diğer konu başlığı mesela, MİSAFİRCİLİK. Daha önce yazmıştım, misafirperver biri değilim ve misafir geleceği zaman çok da gergin hissederim. Bu pazar öğleden sonra evimize daha önce hiç gelmemiş 2 aile gelecek ve onları iyi ağırlamak istiyorum. Böyle olunca ilk tepkim panik oldu. "Ne yapacağım ki ben şimdi?" Çünkü neden, seni sevsinler istiyorsun. Peki seni sevmeleri neden ikrama bağlı olsun ki? Belki ben sohbeti iyi ama mutfağı orta halli biriyim :) Veya 2 çeşit bir şey neden yeterli olmuyor? İlla sofralar mı donatmak gerekiyor? Samimi olmadığımız insanlar olduğundan onlardan önce ben kendimi yargılıyorum. Bu yargılama da bence mükemmeliyetçilik dediğimiz şeyin bir alt komşusu. Hani dışarıdan da alabilirim veya yakın bir arkadaşıma (Elif seni gözüme kestirdim ehehe) "Bana bir kısır yapar mısın?" da diyebilirim :)

Kısacası sanırım ben yeni elbiseler denemek istiyorum.
Kışın t-shirt giyilmez kuralını yıkmak, yağmurda şemsiyesiz dolaşmak ve hiç okumadığım tarzlarda kitaplar okumak istiyorum. (Sonunu yine kitaba bağladı ya!Ahahaha)

* Size 2 ayrı blogdan bahsedeyim. Birincisi Şule'nin HT Hayattaki yazıları. Ben kendisini, yazılarını ve boncuğunu çok seviyorum. Sanırım her yazdığı bende farklı aydınlatmalar yaşatıyor, bu yazıya denk gelirsen Şulecim kocaman sarılırım sana.(özellikle şu yazısını çok sevmiştim.)
İkincisi de Acemi Dünyalı. Bu hesap sanırım yeni bir hesap ve eski hesabının ne olduğunu bilmiyorum. İnstagramdaki "deniz" paylaşımlarına vurulup blogunu keşfetmiştim. İnstagram hesabındaki her paylaşımı benim içimde farklı maviliklere dokunuyor bunu söylemem lazım. Bugünkü yazısı da çok güzeldi. Adını bile bilmiyorum ama acemidünyalı, iyi ki yazıyor, fotoğraf çekiyor ve bizimle paylaşıyorsun :)
** Ghost in the shell'i de deli merak ediyorum bu arada, başka merak eden var mı :) Bir de Nermin Yıldırım'ın Dokunmadan kitabını. Kitap ilk çıktığında ilgimi çekmişti ama şimdi herkeste görünce bir duraksadım :)
Bu güzel farkındalıkların ve değişimin iş yerinde yaşadıklarım ve Elifin kreşindeki psikolog ile görüşmeye çağrılmamız ile bir bağlantısı var mı? İlla ki vardır.
Deniz kenarına deniz kabuğu toplamaya gitmeye nasıl karar verirdim yoksa :)
Devamını oku »

"Elif Çok Şanslı Çünkü Ben..."

Özellikle bu ara aklıma gelip de anneliğimin bana iyi/hoş gelen yanlarını yazmazdım açıkçası ama Sevgili Güneş'in bu yazısı ile beraber bende de yazma isteği oluştu.
Annelik macerasında genel olarak olmayana/eksik kalana/yapılamayana odaklanma oluyor, bunu ben de fark ediyorum. Veya sonuna hep bir "ama" ekleniyor ki bu da cümlenin başındaki olumlu ifadeyi yerle bir ediyor. Dolayısıyla bugün bu yazıda kendimi annelik konusunda tebrik ettiğim yerleri bulup (olumsuza odaklanınca olumluyu bulmak için önce bir durup düşünmek gerekebiliyor) yazacağım. Böylece Elif'in ne kadar şanslı bir çocuk olduğu ortaya çıkacak :)
Bu başlığın altını dolduran bloglarda uzun listeler görünce korkmadım değil ama baştan onu söyleyeyim.
Benim minik listem işte böyle:

1) Empati / İhtiyaçlarını (Doğru) Anlama: Bunu sadece Elif için de söyleyemem. Etrafımdaki bir kişinin o an neye canının sıkılmış olabileceğini veya sadece mimiklerinden/bakışından sorunun ne olduğunu anlayabiliyorum. Bunu su grubu burçları rahatlıkla yapabiliyor zaten :) Hele ki balıksanız... Elif özelinde yazacak olursam da, inadı/ağlaması/huysuzluğu veya tedirginliği neden kaynaklanıyor olabilir elbette ki fikrim var. "Ama sen şimdi neden böyle oldun?" diye şaşırmam. Fazla gözlem doğru sonucu da beraberinde getiriyor galiba.

2) Kitap Saati: Başlığa "saat" koydum ama aslında öyle belirli bir saat dilimi yok. Kendim kitap okumayı sevdiğim için Elif(l)e kitap okumayı da seviyorum. Ve severek yaptığımız her şey enerjimize de yansıyor haliyle, buna çok inanıyorum. Elif kitapçıya gitmeyi, orada gezinmeyi sever. Akşamları ona kitap okumamızı da ister ve bunun neticesinde güzel paylaşımlar yaparız, ortak bir aile dili oluştururuz. Kitap okuma kısmında en sevdiğim şey de bu zaten. İleride ne olur bilmiyorum tabii ama Elifle şu an beraberce kitap karıştırmak, resimlerini yorumlamak ve drama yaparak okumak benim "şanslı Elif" listesinde en güçlü bulduğum yönlerimden biri.

3) Nasıl Yiyorsa Öyle: Bilenler bilir, Elifin kendi kendine yemesi için onu neredeyse tamamen serbest bıraktım. Bunun için çok uğraştım diyemem çünkü uğraşmadım. Dışsal bir motivasyonum olmadığı için de uğraşmama gerek kalmadı. Çorba yapmayı bilmediğimden çorba içmedi mesela Elif ve bunu bana kendimi kötü hissettirmedi :) Veya yoğurdu illa cc ile ölçüp kaşıkla vermedim. Kasenin içine yoğurt ve kaşık koydum. Elif onlarla hem oynadı hem de ağzına girdiği kadarıyla biraz da yedi.


4) Beraber Eğlenmek: Bazen dans bazen oyun bazen de sadece saçmalamak. Her zaman bu modda değilim. Ve olmak zorunda da hissetmiyorum açıkçası. Ama dans edeceksek veya saçmalayacaksak sonuna kadar yapabiliriz bunu.

5) Bırak Dağınık Kalsın: 2balık olarak genel anlamda düzen sevmeyen bir aileyiz :) Bu bence bir çocuk için çok büyük bir şans ahahahaha :P Mutfakta kek yaparken etraf mı dağılmış, salonda minderler 10 gündür aynı pozisyonda yerde mi duruyor... Bunlar bana batmıyor, batmayınca Elifi de sıkıştırmıyorum veya dağınıklık konusunda bir gerginlik yaşanmıyor.

Aklıma bu maddeler geldi.
İnsan kendine de körleşebiliyor. Belki etrafımdakiler yazsa daha objektif olurdu bilemiyorum.
Yeri gelmişken kardeşiminkini yazayım.
Ayça çok şanslı çünkü,
Onu hemen her gün nereye giderse gitsin prenses gibi giydiren ve bundan da mutluluk duyan bir annesi var. Evde de genel olarak rahat. Ayça'nin evdeki kedileri Suşi'yi her türlü böğrüne basmasına da izin veriyor. Bir sorun oldu mu onu da çabucak çözmeye çalışır canım kardeşim, Elif de aslında böyle bir teyzesi olduğu için çok şanslı :) Kalpcikler...

Siz de katılın bu başlığa, yavrunuzun neden şanslı olduğunu yazın&yazdıkça kendimizi iyi hissedelim :)
Devamını oku »

20 Mart 2017 Pazartesi

Mutlu Yaşlar Bizeee :)

Doğum günümle ilgili bir dolu şey yazacaktım aslında ama baktım ki kafamdakileri bile tam toparlayamamışım :)
Ben de genel bir şeyler yazayım istedim.
Önceki doğum günü mesajlarıma baktım. (2013, 2014,2015,2016)
İçinde hep bir hesaplaşma var sanki :)
Geçen seneki yazıma bile "yabancı" hissettim aslında kendimi. Kendim için yaptığım en iyi şeylerden biri Mayıs ayı gibi Tüten ile çalışmaya başlamak ve daha da güzeli çalışmayı 6 aydan sonra bitirmek olmuş :) Ara vermeseydim muhtemelen Tüten'in demek istedikleri bende sadece "teori"de kalacaktı. Pratiğe geçmeye başladığımı geçtiğimiz günlerde fark ettim ve bunu Tütenle de paylaştım. O da dedi ki, "işte bu yüzden ara vermek veya bazen çalışmayı tamamen bitirmek gerçekten iyi oluyor."
Daha geçtiğimiz hafta mesela birden ama gerçekten aniden hiç kabul etmediğim "mükemmeliyetçilik" tarafımın aslında olduğunu fark ettim. Hatta bir de üzerinde nasıl fark etmediğimi düşündüm. Bulamadım ama sanırım asıl sebep bu özelliğin (sadece) annemde olduğuna /olabileceğine kendimi inandırmak olmuş. O an'dan itibaren de daha rahat hareket etmeye başladım.
Bir örnek vereyim, geçen sene bana Eda'nın aldığı bir bluz vardı (iş yeri için gibi) ve ben onu üzerine giyecek cekedim yok diye giymemiştim. Tam bugün dedim ki ceket ceket diye bekliyorsun, al bir hırka giy üstüne, uymayıversin ne olacak yani? (zannedersin iş yerinde veya dışarıda kombin delisiyim ahahaha) Giydim ve çıktım. İş yeri zaten sıcak olduğu için cekede de ihtiyaç kalmadı mı? Bluzla geziniyorum şimdi ve kaç kişi "Aa yeni mi aldın, masmavi ne güzelmiş" dedi.
Bu elbette sadece bir örnek.
Tam bu noktadan GÜVENDE olmaya bağlanıyoruz. Yani güven alanımın dışına çıkmaya o kadar korkuyormuşum ki ay ben bildiğin sadece akvaryumunda yüzen bir balıkmışım onu anladım.
Neyse mevzu derin, çok yazıp doğum günü yazısını araya kaynatmayayım ama bu yazıyı ayrıca yazmak istiyorum.

Bu sene içinde BOL DENİZ VE MAVİ olan, huzur&sağlık dolu bir yeni yaş diledim kendim için. Karabalık kendi adına ne diledi bilmiyorum açıkçası, onun doğum günü nasılsa yarın, o zamana kadar düşünür artık :P

Bu öğlen benim mekan (ahahaha adı böyle kaldı) Grano'ya gittim  ve bir de ne göreyim, oranın şefinin de doğum günüymüş :) Bana kahve ısmarladılar ki :)Bu ara çok güzel mektuplar aldım mektup arkadaşlarımdan. Yanımda taşıyorum onları fırsat buldukça da okuyorum. En sevdiğim çok peynirli salata bitmişti o yüzden sandviç aldım ama açıkçası çok da sevmedim. Kruvasan ise gerçekten efsane. Ve hepsini de yedim. Çünkü bugün benim doğum günüm :)


Bir doğum günü yazısını ilk defa gününde yayınlayamadım. Denk gelmedi. Ben de hafta sonumuzu nasıl geçirdiğimizi anlatayım o halde. İçinde azıcık kutlama şeysi de var :)
Cuma akşamı uzun zamandır dışarıda biraz daha afilli bir yerde yemek yemediğimizi fark edip benim önerimle sushi yemeğe gittik çünkü ben sushi çok severim. hele ki saki maki olan somonlu sushiyi :) Gittiğimiz mekan ve yemeklerden sonra şunu hissettim. Hava güzel olsaydı da bahçede ekmek peynir yeseydik... Concon mekanlar ve bu mekanlarda paraları olduğu için kendini bir yerlerde gören insan modellerinden hiç haz etmiyorum ve ortamı hemen terk etmek istiyorum. O sebeple mekan ismi vermeyeyim belki siz seversiniz ama biz neredeyse hiç sevmedik. Ama işin güzel tarafı şu oldu, en son 4 sene önce yemiştim sushi ve sushi yemeyi hiç özlemediğimi fark ettim. Hatta buraya da "sushi" mi yoksa "suşi" mi yazsam kararsız kaldım, o kadar yabancılaşmışım :)

Sırayla: Esra,Elif, Karabalık :)
Kısacası doğum günümde çılgınlar gibi eğlendik diyemem ama kendi çapımızda farklı bir şeyi deneyimledik. Ertesi gün yani cmts günü karabalıkçım evde olmadığından Elifle evdeydik, keyifliydi. Pazar günü ise gerçekten güzel bir gündü. Tekrarı kısa sürede olur inşallah diyeyim :)
Pazar sabahtan Elifle babası mini avm'deki tiyatroya gitti ben de uzuuuuuuun zamandır istediğim filme gittim: Kırmızı Kaplumbağa. Sinemada afişi bile yoktu, muhtemelen bu hafta vizyondan kalkar ama ben bu filmi sinemada izlemiş olmaktan acayip mutluyum. Filmi ayrıca yazacağım.

Filmden çıktığımda zaten biraz dağılmıştım ama çabuk toparladım çünkü niyetimiz Hamamönüne gitmekti, eğlence şimdi başlayacaktı :)
Öncelikle yemek yemek için dolandık. Mekan çok ancak ancak bundan 2 sene öncesinde gidip oturduğumuz rastgele bir şey olmasın daha düzgün bir yer olsun derken karşımıza CUMBA çıktı. İsminden de vuruldum ve iyi ki girip burada yemeğimizi yemişiz.




Biz içeride sobanın yanına oturduk. Sahipleri oldukça sıcak ve samimi insanlardı. Köftenin sadece tadına baktım çünkü ben kaşarlı patatesli gözleme söyledim ama ben sevdim diye biberden 2 tane daha yolladılar :) Bir de hemen sobanın yanında olunca sahibi abi, "İstediğin zaman çayını al, sen sayarsın kaç tane içtiğini." dedi. Ben de -evde bile o kadar içmem- 3 çay içtim, üzerine de kumda türk kahvesi söyledim. Mekanın sıcaklığı haricinde yemeklerinin lezizliği çok hoşuma gitti. İnanır mısınız o sushi ve sushici mekana 10 basardı benim için. Hamamönüne yolunuz düşerse CUMBA 'yı gerçekten tavsiye ederim. (Ki bilenler bilir, yemek mekanı pek de tavsiye etmem çünkü genelde dışarının yemeğini sevemem.)
Sonrasında Enderun'a uğradık. Mekan zaten kalabalıktı ve biz de az önce çay içmiştik. Ben biraz gezindim kitaplığında ve baskısı olmayan kitapları görünce çıkardığım seslere ben bile inanamadım :) Resmen orada öylece duruyormuş yavrucaklar ehehe iyi mi, neyse artık sahipsiz değiller :)

Bir hafta sonu ve doğum günü programı da böylece geldi geçti.
Hayat da öyle değil mi zaten?
Geliyor, yaşıyorsun ve gidiyor.
Bazen duraklı bazen de duraksız...
Yazının başında MAVİ demiştim, içini doldurmayı çok istiyorum, şu an dolduramadığım için de Elife anlattığım masallara ekliyorum.

İyi ki doğduk biz diyeyim ve şimdilik kaçayım.




Devamını oku »

15 Mart 2017 Çarşamba

Barfi / Hidden Figures / Benim Abla :)

Herkese Merhaba,
Bu kez oldukça farklı bir yazı yazmak istedim.
Bugün tamamlayıp yayınlayabilirsem de çok mutlu olacağım :)
Son dönemde izlediğim 2 filmden ve "Benim Abla"nın kim olduğundan bahsetmek istiyorum.
Öncelikle BARFİ...
Yaklaşık 10-15 gün önce ilk yarısını izlediğimiz filmin ikinci yarısını da dün gece izledik ve zaten ilk bölümünden beri aklımda olan Barfi sinema tarihi belleğime iyice kazındı :)
Hint filmlerine özel ilgisi olan biri değilim ama Aamir Khan'ı çok severim ve bu filmi de canım karabalık bulduğu için heyecanla izledik.
Sinemalar.com'da yer alan özeti okuyunca şaşırdım açıkçası çünkü Barfi çok da seçim yapmak zorunda kaldığı bir durum yaşamıyor bence. Sadece olaylar ve gelişmeler bu yönde oluyor.

"Barfi hem işitme hemde konuşma özürlü bir gençtir. Shuriti Adında genç Bir kıza aşıktır Fakat Shuritinin ailesi onun normal Bir erkekle evlenip iyi bir mutlu hayat kurmasından yanadır. Barfi bu umutsuz aşkdan yorulmuş yepyeni bir hayata başlamıştır. Bu arada Jhilmil adında yeni bir sevgilisi de olmuştur. Fakat polis tarafından da aranmaktadır tam bu dönemde tekrar karşısına çıkan Shuriti bütün dengelerini alt üst etmiştir. Artık Barfi bir seçim yapmak zorundadır."

Fragmanını da izlemediğim için açıkçası konunun nasıl ilerleyeceği ile ilgili bir fikrim yoktu ve beni meğerse bol sürprizli bir aşk hikayesi bekliyormuş :) (ya da benim şaşırasım varmış)
Asıl oğlan Ranbir Kapoor'un sadece mimikleri ile oynadığı bu filmde kendisini bir an gerçekten sağır-dilsiz sandım desem yalan olmaz. Oyunculuğuna ve enerjisine şapka çıkarttım.
Otizmli kız rolünde olan Priyanka Chopra ise meğerse güzellik yarışmalarında dereceleri olan biriymiş. Bu filmde ise duygu geçişlerini ve otizmli birinin hareketlerini "ille de güzel görünmeliyim" çabası olmadan vermişti, bu hoşuma gitti. Bizde olsa gerçekten "güzellik gösterme çabası" ön planda olurdu diye düşünmeden edemedim. 
Aşk üçgenindeki diğer ablanın oyunculuğu ve rolü çok da mühim değil :)
En sevdiğim sahnelerden birini de çektim ayrıca:


BARFİ bana hayatta ne olursa olsun gülümsemeyi, pes etmemeyi, aşkın dilinin sessizlikte konuşmak olduğunu ve iki ayrı dünyadan insanın anlaşması için kendi dillerini yaratabileceklerini (ışık oyunları gibi) gösterdi.
Kısacası bu filmi, oyuncuları ve sahnelerini sevdim.
Charlie Chaplin göndermeleri harikaydı...

GİZLİ SAYILAR filmine ise (şöyle bir hava atma emojisi geliyor buraya :P) sinemada izledim. Hem de yalnız! Hem de patlamış mısır bile aldım. Yaşasın :) Sinemada film izlemeyi çok sevdiğimi söylemiş miydim? Gizli Sayılar filmine "acaba içinde çok mu matematik vardır ki?" diye bir çekince ile yaklaştım. Zannedersin filmde bana üç bilinmeyenli denklem soracaklar ahahaha. Hani matematik olsa ne? Sonra orjinal isminin "Hidden Figures" olduğunu okuyunca rahatladım.

Kesin izlemelisiniz diyemem çünkü bakış açısı, filmden tatmin olma durumunu çok etkiliyor. Şöyle hafif bir film olsun derseniz tercih edilebilir bir hikayeye sahip. Ama benim filme gitme nedenim başroldeki ablalar :) İçinde mücadele olan ve kadın hakları ile ilgili olan filmleri seviyorum. Ankara Üniversitesi damarım mı kabarıyor nedir :)
Octavia Spencer'ı da ayrıca çok severim, Help filmini de severek izlemiştim.
Bu filmde unutamadığım cümle şu oldu.
En soldaki abla yapılan bir haksızlıktan dolayı şikayet ediyordu ve bizim Octavia Abla 3 numaralı bakışıyla şöyle dedi:
"Şikayet etme, bir şey yap." hatta kulağımda sesi "Dont complain. DO SOMETHİNG!" Sinemadan çıktığımda o lafın bana söylendiğine yemin edebilirdim.
"Do something Esra!"
Ahahaha :)

Ve gelelim 3. konu başlığımıza. Benim ablayı ayrı bir yazıda anlatacaktım ama baktım ki anlatacak çok da bir şeyim yok. Yani var da yok :)
Peki kim bu abla? Nerede yaşar? Ne yer ne içer? Nereden benim ablam oldu? :)
Elifin kreşinin köşesinde hemen her gün karşıma çıkan bu "abla" sabahın erken saatlerinde koşmaya çıkan bir kişi sadece :) Tee son baharda bir gün karabalıkçım görev sebebiyle yanımızda yokken ve Elifi kreşe ben götürdüğümde Elifle birbirlerine uzaktan el sallamışlardı. Sonrasında da bizim arabayı tanıyıp abla el sallamaya devam etti bana :) Ancak arabamız değiştiğinden beri beni tanıyamıyor valla gidip konuşasım var ha. "O benim sadece arabayı değiştik" diye :) Rutin bir şekilde her gün koşuyor, hızlıca yürüyor ve hayretler olsun bisiklete biniyor. Arkadan gerçekten 18 yaşında duruyor ama yüzünde annemden de yaşlı bir ifade var. Belki de emekli bir beden eğitimi öğretmenidir kim bilir :) Dün de onu karla karışık yağmurun altında kocaman şemsiyesi ile görünce dur dedim bir foto çekeyim de bloguma yazayım :)

İsmi aramızda "benim abla" :) Ve ondaki bu azme ayrıca hayranım. Grano'daki kırmızılı kadın gibi olur mu? Benim abla ile sohbet etme imkanını yakalar mıyım? Bilmiyorum.
Sadece bu "hidden figure" leri çok seviyorum.
Ben de mi öyleyim acaba, ne dersiniz? :)

* 17 Martta vizyona girecek olan Kırmızı Kaplumbağa filmi için heyecandan yerimde duramıyorum bu arada iyi mi :)

Devamını oku »

7 Mart 2017 Salı

Değişim Güzeldir- Mide

Bu yazıya nasıl bir başlık yazsam aslında bilemedim ama sanırım en uygun başlık bu olacak...
Değişim ile neyi kast ediyorum, güzel olan nedir ve ben geçen gün neden kruvasan yemedim gibi soruların cevapları ve çok daha fazlası az sonra bu blogda :) Televizyonda hala böyle şeyler söyleniyor mu acaba bilmiyorum, televole gibi oldu cümlem çünkü. Bazen istatsitiklere bakıp korkuyorum. Benim aklımda olan 20-30 kişilik bir grup iken (hani okuduğunu bildiğim tahmin ettiğim diyeyim) rakam bunun katları olunca bazen yazmaya çekinmiyorum desem yalan olur ama neticede burası herkese açık olarak oluşturulmuş bir portal. İnsan bloguna yazınca ilk zamanlarda olduğu gibi sadece kendisi okuyor sanırım :)
Neyse gelelim fasülyemizin nimetlerine:
Aklımın hep bir köşesinde olan şeyler geçtiğimiz pazar günü taşarak gözüme görünür hale geldi ve ben onları daha da fazla duymamazlık edemedim. Buzdağı kütlesinin görünmeyen yüzü gibilermiş meğerse. Böyle diyince biriyle kavga ettiğim falan sanılmasın. Yok, kavga etmedim. Sadece güzel bir aydınlanma yaşadım. Ve o an'dan itibaren etkisi devam ediyorsa bunda Tüten ile yaptığımız çalışmanın çok büyük bir etkisi var: "Kapılma, gözlem yap." İşte bu cümleye ve felsefesine bayılıyorum. Çünkü öncesinde iyi bir haber aldığımda bunun sevincini en fazla 10 dakika yaşayıp sonra "acaba"larla sarmalanıp en sonunda da o duygudan uzaklaşıyordum. Veya tam tersi kötü bir haber almışsam onun etkisiyle soğan gibi kavrulup renk değiştiriyorum. (okuyan zannedecek ki bu kız soğan kavuruyor, hayır, soğan ve sarımsak sevmem, o yüzden yemeğe sadece soğanı bütün atarım,o da eliften sonra yapmaya başladığım bir şey) Diyeceğim o ki, neticede iki uç duyguyu da yine uçlarda yaşıyor(d)um. Şimdi bu uçlardan biraz daha ortalara (kendi ortam) gelmeye ve "kapılmayıp gözlem yapmaya" başladım. Bunu son zamanlarda daha iyi yapabiliyorum ki bunda da Tütenle çalışmaya ara vermemin etkisi oldu. Çalışmaya ara verince ben çalışma sırasında öğrenip uygulayamadıklarımı -neden bilmiyorum- uygulayabilmeye başladım. Yemek yemişim, sevmişim ama sindirememişim gibiydi belki. Şimdi fark ediyorum ki mideme iyi gelmiş bu güzel yemek.

Pazar günü aydınlanmaları:
1. MİDE: Vücudumuzu tanıyalım öncelikle ki ben gerçekten tanımıyorum. Mide yerine başımı değilse de başka yerimi gösterebiliyorum. Bunun için bile kitap aldım. Gülmeyin, valla okumaya başladım :) Ne kadar zamandır bilmiyorum ama uzun süredir (migrenle başladı dersek 8-10 yıldır) mide rahatsızlığım var. Endoskopi ve kolonoskopilerden de sonra anlaşıldı ki adı ülser miydi neydi ondan bir şeyler var (yoksa gastrit miydi, neyse başlangıç seviyesinde olandan) ve az/sık yemem gerek. Ki bu zaten yaptığım bir şey (meğer değilmiş). Ama doktor bir de "Evde yoğurt ve kefir yap, onları ye, kızartma vb. yiyeceklerden uzak dur." demişti ama ben bunu münasip bir yerimle dinlemişim çünkü doktordan çıktığımda karabalığa "Bişiim yokmuş benim yeaaa" demiştim. Hı hı yoktu, hatta maşallahım vardı. O yüzden mi her yemekten sonra soda içme ihtiyacı hissediyordum? Çok önemsemedim, Beypazarı soda aşkımı bilen bilir. Ortamda yoksa anında suratım düşer :)
Tütenle yaptığımız bir çalışmanın sonucunda Tüten bana "Alkali Beslenme"ile ilgili bir şeyler de söylemişti ve her zamanki Esra tepkisi ile acile koşarcasına gidip kitabını aldım, okumaya başladım ve kısa sürede de elimden bıraktım. "Ay aman çok zormuş, yapamam ben" dedim. Nasılsa her gün içtiğim suya limon koyuyordum, daha neydi yani? Bir de "diyet" lafı beni çok iter, hani yapacağım varsa da yapamam. Geçen bir yazıda söylemiştim (umarım yayınladığım bir yazıdır :) bir şeyi bana "zorla" yaptırmayacaksın, ters tepiyor diye... İşte diyet denilince yok dukan yok tukan insanlardan okuduğum, gördüğüm hep kısıtlayıcı şeylerdi. Ki tam burada kabul ediyorum, bilgim olmadan ne çok fikir üretmişim... İnstagramda tamamen öylesine (demek ki değilmiş) takip ettiğim bir sağlıklı beslenme hesabı var, pazar günü öğlen canlı yayın yaptı ve ben kendimi 50 dakika boyunca onu dinleyip notlar alırken buldum. Hatta resmen yakaladım!
Tüm bu parçaları birleştirince şunu anladım: Ben gerçekten oldukça sağlıksız besleniyorum ve her yemekten sonra midem yanmaya başladığı için Gaviskon içiyor ve pişmanlık duyuyor(d)um "o kadar yemeseydim" diye. Bak şimdi... İnsanın kendine yaptığı eziyeti başka biri sana yapamazmış ya, bu da onlardan biri sanırım. Veya ben geç anlayan insanlardan mıyım ki diye düşündüm. Pazar günü ise tüm bunları bir kenara koyup (diğer konuları sırası geldikçe ayrıca yazacağım) midem ve kendim için bir şeyler yapmaya başlamaya niyet ettim.
Bu bir tür GAZ olsaydı, eminim şimdiye kadar biterdi. Çok şükür ki gaz değildi, güzel bir aydınlanmaydı ve etkisi hala devam ettiğine göre iyi bir şeydi.
Aldığım ilk karar, kendimi baskı altına almadan, liste yapmadan, sakince hareket etme kararıydı.
Dolayısıyla etrafa saldırmadan ve kitaplara koşmadan, ilk aşamada neler yapmak istediğime ve yapabileceklerime baktım.
Niyetim belli: sağlıklı beslenmek. (yanında kilo da verirsem tadından yenmez ama bu durum gerçekten yakından tanıyanlar da bilir, pek önemsediğim bir şey değil.)
Buraya başka bir başlıkta "İNSANLAR EVDE YOĞURT YAPMAYI BİLMİYOR VE BİR TÜRLÜ ÖĞRENEMİYOR OLABİLİRLER." diyecektim ama ona fırsat bulamadan bu yazıya başladım. Dolayısıyla:
YOĞURT: İşte böyle bir alt başlıkta yoğurt konusunu iyice detaylandıracağım. Etrafımda çoğu arkadaşım ve tanıdığım yoğurdunu evde yapıyor ve bana neden yapmadığımı soruyordu. Artık o kadar sıkılmıştım ki kendimi anlatmaktan ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Çünkü olay eninde sonunda "sağlık" konusuna geliyordu.
Elif doğmadan önce evde yoğurt yapmayı asla düşünmemiştim. 6. aydan sonra "mahalle baskısı" galip geldi ve hazır yoğurt vermenin çocuğa bir nevi "zehir" veriyormuşum baskısından kendimi kurtarmak için yoğurt tapma makinesi aldım. Çünkü tencerede yaptıklarım TUTMADI. Yine söylüyorum, OLABİLİR BÖYLE ŞEYLER! Makinede birkaç ay yapmaya çalıştık ama sürdüremedik ve bundan sonrasında benim uykusuzluğum da tavanken Elif'e de içtiğim kahveden içirmeye başlayınca (kafayı yediğim dönem) yemişim ev yoğurdunu demeye başladım. Sonrasında ise belirli aralıklarla ev yoğurdu yapmayı GERÇEKTEN denedim ama yapamayınca pes ettim. Ta ki geçen ay "Ben bu yoğurdu mayalayacağım arkadaş" diye inadım tutana kadar. Ki inadım gerçekten neredeyse hiç tutmaz. İşte herkesin kurduğu o "Yoğurdu neden evde mayalamıyorsun? O kadar kolay ki... 1 litre sütü kaynat-soğut, parmağını sok 7ye kadar sayabiliyorsan mayasını at karıştır, 4 saat beklet, yoğurdun hazır." lafını o kadar çok duydum ki yoğurdu yapmanın tek şeklinin bu olduğuna ve bu kadarcık basit bir şeyi bile beceremediğime hayıflanıp durdum. Ben de yöntem değiştirdim ve yoğurt mayalama hakkında yazılanları okudum, yapanlara sordum ve elimde kalem ile kağıtla resmen deney1, deney2 şeklinde kullandığım değişkenleri de yazarak: şu tencere, şu battaniye, şu kadar maya diye resmen sonuca ulaşmaya inat ettim. Yine olmadı. Belki de üzerine bu kadar düştüğüm için olmadı. Akışına bıraksam olacaktı kim bilir. Dün en sonunda AOÇ'nin "yoğurt yapma kiti"ni aldım ve 3 litre süt ile yarım litre süt alarak, içinden çıkan mayayı da ekleyerek denememi yaptım. Sonuç evet başarılıydı ama önemli olan bunu bir kez başarmak değil devam ettirebilmekti. O yüzden devamı hakkında şu an için bir fikrim yok ama bu sana neyi gösterdi derseniz,


-Bir şeyi sadece 1 veya 2 kez deneyip "yapamam" demek yerine, onu farklı zamanlarda denemenin ve üzerinde baskı yaratmadan pes etmemenin önemli bir şey olduğunu, (ki yoğurt örneğinde üzerimde baskı kurduğumu itiraf etmeliyim)
- Başkalarının benim neyi iyi/kötü yaptığımı değerlendirmelerine izin verip bundan da kendimi yargıladığımı. (Bu kısmı başka konularda da hatırlayıp uygulayacağım)
- Evde yoğurt mayalamanın ZORUNLU değil aslında KEYİFLİ VE KOLAY olduğunu.
"Kolay" olduğunu başkaları söyleyince bende ters tepmiş sanırım.
Ve daha da var. Şimdi bu kadar yoğurtla ne yapacağını bilemiyor dersiniz :))

Bu yazıyı bu haliyle yayınlamadan 10 gün geçince haliyle yoğurt yapma konusunda da gelişmeler yaşandı. İlk mayaladığım yoğurdun tadı pek de güzel değildi ama kıvamı iyiydi. Bir sonrakinin tadı daha iyiydi, en son pazar günü mayaladığım ise bence efsaneydi ahahaha :) Kendi yoğurdum diye demiyorum ama pek güzel olmuştu.
Öncesinde neden yapamadığımı kabaca anladım:
- Mayayı koyarkenki sıcaklığı çok iyi belirleyememişim. Parmağımın ölçüsü pek işe yaramamış anlaşılan şimdi karabalığa ölçüm yaptırıyorum. Yanacaksa onun parmağı yansın hesabı :)
- Bir de 4 saate takmışım kafayı. 4 saatte açtım ve baktım yoğurt olmamış mı? Hop döküyordum onu tutmamış diye. (gülmeyin valla olabilir böyle şeyler)

KAHVALTI:
Kahvaltı yapmayı çok severim. Evde yapma imkanımız olmuyor diye yanımıza tost alıp arabada yapıyorduk. Ve ben tostumu Uno'nun çavdarlı ekmeği ile yaptığım için içim çok rahattı, yanında da yumurta. Oh mis, daha ne olsun?
Madem o kadar iyiler, benim neden midem kötü oluyordu peki?
Pazar günkü canlı yayından sonra aklıma Pino Hanımın kahvaltıları geldi. Birkaç meyve parçası ve hindistan cevizi... Nasıl doyuyor ki acaba diye düşünmeden edemedim ama daha önce sadece 1 kere deneyip hoşlanmadığım halde yine de bir paket aldım ve akşam eve gelince yemekten sonra ve önce yedim. yedim. yedim. sonra şiştim şiştim ve patlayacak kıvama geldim. Meğerse inanılmaz doyurucu bir şeymiş! İki gündür bu kahvaltılar ile doyuyorum ve hatta arttı da ara öğün yaptım.

Blueberry'nin neden bu kadar pahalı olduğunu bilmiyorum :(

Bunları yedikten sonra hiçbir şey hissetmedim. Yerken mutlu oldum çünkü hindistancevizi resmen acayip güzel bir şeymiş. Pişmemiş kestaneye benziyor tadı ki ben o tada bayılırım.
Ekmek yok

Ekmek yok

1 dilim siyezli ekmek :)
İşte o 2 günden sonra kahvaltılarım da çeşitlendi, nasılsa arabada yiyorum diye menemen bile yapar oldum. Hatta bu sabah kefir içtim ve bir parça hindistan cevizi yedim. Öyle o kadar. Yanıma aldığım yedek şeyleri de yanımda işe getirdim. Bunu hep söylüyorlar ama ben daha önce içselleştirmemiştim. "Önce gözün doyacak" lafı var ya, çok haklı ve güzel bir lafmış yahu!

ARA ÖGÜNLER:
İş yeri için yanıma Laktozsuz süt getiriyorum ve açlık hissedince sütümü içip yanına da kuru incir veya hurma yiyorum. Süt tek başına iyi gelmiyor bana. Laktozsuzu da mecburen içiyorum. Sütteki şekerden rahatsızlık duyuyorum.
Onun haricinde çiğ kuruyemiş yiyorum arada, salatalık veya semizotu veya marul :)
Evdeysem biraz daha çeşitlendirebiliyorum ama çok da değil. Yani henüz icat yapabilmiş değilim :)
Mesela avokadoyu süzme yoğurt ile karıştırıp veya limonlayıp yemeye çalıştım ama hala çok sevemedim. Varsa tarifler avokado ile ilgili yazarsanız sevinirim.

ÖĞLE VE AKŞAM YEMEĞİ:
Bu noktada en radikal karar, yemekhaneye gitmeyi bırakmam oldu. En azından çorba içerim diyordum ama başka şeyler de yiyordum elbette. Örnek foto koyuyorum. Bu gördüğünüz fotodakilerin yarısını ya da en fazla üçte birini yiyordum ama sonuçta yine şişiyordum.


Glutensiz makarna alıp yemeye çalıştım! Yiyemedim kesinlikle. Glutensiz yaşamak zorunda olanlar tadına nasıl alışıyorlar bilmiyorum ama ben cidden yiyemedim.



Öğle yemeklerini evden getirmeye başlayınca daha hafifledim ama akşam yemeklerim hala oldukça geç bir saatte (en erken 19.00) yendiği için çok ilerleme kaydedemedim henüz.
Nohutu haşlaıp minik poşetleyip buzluğa atıyorum bende, çıkarıp baharatlıyorum. Lakin hepsini bir anda yemiyorum ki şişmeyeyim :)
Bir de mesela dün iş yerinde oldukça canım sıkılmıştı hatta yanıma eşim geldi ve dışarıda yiyelim havan değişsin dedi. Yanımda nohutum vardı ama dışarıda oh mis tantuniyi yedim. Ne pişmanlık duydum ne de kötü oldum :) Duygusal bir açlık yaşıyordum ve bunun farkındaydım ve o ekmek arası tantuni (yanına da şalgam) bana iyi geldi :)

Kısacası kendimi sıkmadığım sadece bilinçli hareket ettiğim ve üşenmeyi bir kenara bırakmaya başladığım bir sağlıklı beslenme dönemine başladım. (tantuni sonrası evde hafif bir şeyler yedim)

Hakkımda hayırlısı diyelim...
10 günün sonunda 2 kilo vermişim ve beni gören arkadaşlarım inceldiğimi söylüyor ama açıkçası ben kendimi daha huzurlu/hafif hissediyorum. Veya bir şeyi başarmış olmanın mutluluğu diyelim :)

SU İÇMEK:
Kışın su içmek gerçekten benim de çok aklıma gelmiyor. İçine İngiliz karbonatı ama en çok da limon atınca çok kolay içiyorum. Sabah içtiğim ılık suya da ELMA SİRKESİ koyuyorum. O da nasıl yapıyorsa mide asidimi mi alıyor yoksa placebo etkisiyle ben rahatlıyor muyum bilmem :)
Günde bazen 2 litreyi bulmuyorum bile ama ortalama 1.5 litre ile götürüyorum diyelim. Azaltınca böbreğimi ve düşürüğüm 4.5 mm'lik taşı hatırlayıp hop su içiyorum ahahaha :) Aslında vücudumun sesini açsam bana "su iç" diyecek de şimdilik kulaklık takıyorum. (bu yazıyı yazarken kulaklığım yok, o yüzden sesini duyuyorum. "Su iç Esoş!")

KAÇAMAKLAR/ ZAAFLAR:
Yiyecek açısından bakacak olursam en büyük zaafım cipsler ki bunu da yakın zamanda bir tiksinme ile bertaraf etmiş bulunuyorum :) Onun haricinde makarna veya börek varsa dayanamayanlardanım ve tabii çıtır Ankara simidi. Hatta bugün öğlen yemeğimin üzerine dışarı çıkmışken bir tane aldım, işe dönünce yarısını yedim. Oh mis :) Önceden olsa tamamını tek lokmada hüpletirdim. Şimdi biraz daha insanca ve insaflıca yiyorum.
Tatlı ile zaten aram yok. En son ne zaman Nutellavari yedim hatırlamıyorum zaten almıyoruz. Ama iş onunla bitmiyor. Malum günlerde fıstıklı bir şeyler canım çekiyor, onları da yiyorum. Benim asıl sebebim başımı ağrıtması tatlının. Ama işte arada kruvasan yiyorum o da Grano'dan :)
Zaaf demişken epeydir kullanmıyorum ama ketçap ve mayonez de seviyorum ben. Napayım yani seviyorum :)
Kaçamakları da gözümde büyütmüyorum. Abur cubura çok düşkün değilim çünkü hep "sonrası"nı düşünüyorum. O sebeple de midemi ağrıtmak istemiyorum :)

SORULAR:
- Sizin de benzer şekilde mide veya migren hassasiyeti sebebiyle dikkat ettiğiniz yiyecekler var mı?
- Kinoa, chia vb şeyleri nasıl tüketiyorsunuz? (Ben haşlayıp yiyorum öyle :)
- Aklınıza gelen örnek yemek menüleri var mı?


* Fotoların estetik kısmını görmeyiverin gari :)
** Gülmeyecekseniz bu seriyi üçleme yapayım diyorum. "Mide-Baş-Ayak" diye ahahaha. Sinema hocalarım bu yazıyı okumayacak nasılsa :P
Devamını oku »

1 Mart 2017 Çarşamba

Son Günlerde

O kadar çok şey oldu ki aslında, her biri için ayrı ayrı yazmaya başlayıp detaylandırdığım için buraya hiçbirini ekleyememek canımı sıkınca hepsinden kısaca bahsetmek istedim.
- En mühim olanından başlayayım, Elif'in geniz eti alındı ve 2 kulağına da tüp takıldı. Meğerse çocuk ondan uyuyamıyormuş demek isterdim ama o da değilmiş :) Neyse horlamadan uyuyor çok şükür ve meğerse gerçekten çok az duyuyormuş çünkü söylediklerimizi tekrarlatmamaya ve "bu bebek çok ağlıyor, başımı ağrıttı" demeye başladı. Ağzından nefes alan ve horlayan bir bebeniz varsa lütfen çocuk doktoruna gitmeyin, direk ve sadece kbb'ye gidin ve bizim gibi "son dakika"ya kalmayın.
Bu süreçte Adanadaydık hava 17 dereceydi ve biz mutluyduk. Yanımda karabalık yoktu ama annem, Eda ve kuzenler her şeyime yetişti sağolsun. Ve yine bu süreçte önce kayınvalidem sonra da annem acil anjiyoya girdiler, ikisi de temiz çıktı çok şükür.


- Ben ani bir kararla "sağlıklı"(alkali/mümkünse glutensiz-şekersiz) beslenmeye başladım. Öncesinde bilinçaltıma gönderdiğim mesajlar işe yaramış demek ki, gün içerisinde "alkali" yaptığım tek şey içtiğim suya limon atmaktı. Şimdi her sabah aç karna ılık suya organik elma sirkemi damlatıyorum ve kahvaltıda hep aynı UNO ekmeğinden tosta da bir son verdim ve hayatıma HİNDİSTANCEVİZİ'ni aldım. Her zaman aynı şeyleri yememeye ve yediklerimi çeşitlendirmeye başladım. (bu yazı o kadar uzun oldu ki bitirince hemen yayınlayacağım, detaylar orada) Örnek bir kahvaltı:
Ve bunu bitiremedim bile... Kalanları yoğurduma ek yaptım ara ögünde. Tüm bunların sebebi mide yanmalarımın ve baş ağrılarımın ciddi bir şekilde artmış olmasıydı ve benim neredeyse her yemekten sonra pişmanlık hissetmemdi çünkü fiziksel olarak canım yanıyordu. 1 Haftam bitti ve kendimi diyet yapıyor gibi kısıtlamadığım ve öyle de hissetmediğim için çok rahatım. Sodayı keyfime içiyorum artık :)
- Ağrı demişken, epeydir ertelediğim ve sonrasında da randevu alamadığım Ağrı Merkezi'ne yarın inşallah gidiyorum. Migreni tetikleyen şeyleri zaten 8 yıldır biliyorum ama devamlı bir tedaviye gitmemiştim, bakalım...
- Elifin burun akıntısı neredeyse hiç geçmedi ve adanadaki doktor bu kadarının normal olmadığını söyleyince ve onun Ankarada önerdiği doktorun da en erken randevusu Nisanda olunca bugün başka bir yere götürüyoruz onu. Alerji testi de yapılmıştı zaten, bir şey çıkmamıştı ama bu akıntı nedir bakmak gerek, son dakikaya yine bırakmadan.
- Şubat ayında sadece 4 kitap okuyarak kendi rekorumu kırdım :) Elimdeki 2 kitap da benim için gerçekten pek ilerlemeyince onları tez zamanda bitirmeye çalışıyorum ki sırada muhteşem kitaplar var.
- MART geldi bu arada, daha ne olsun, 2 hafta sonra doğum günüm var, o kadar heyecanlıyım ki :) Benim doğum günümün ertesi günü karabalığın doğum günü olunca duble keyifli geçiyor. Elifinkine de az kaldı ki bunu devamlı hatırlatıyor :)
- Bir de geçen gün şöyle bir şey oldu, epeydir çoooook istediğim bir şeyin benim için çok aşırı yüksek fiyatlı olduğunu düşünüp üzülüyordum. neyse sonunda gerçeklerle yüzleştim ve o kadar da pahalı değilmiş. yani pahalı ama erişilemez değil. hani benim aklımdaki rakamlara göre 'ucuz' kalır. Ama yine de ona bütçe ayıramam diyordum ki... Geçen gün işyerinden bir mesaj geldi, benim izin kesintilerimi yanlış hesaplamışlar ve bana eksik yatırılmış para. (böyle şeylere bakmadığım nasıl da belli, 14 aydır durum böyleymiş çünkü ahahaha) Ne kadar yatacak bilmiyorum ama belki o çooooook istediğim şey için küçük de olsa birikimi olur. Duyduğumdan beri çok heyecanlandım. Sonuçlanınca inşallah buradan da paylaşırım zaten siz de fark edersiniz :)
- Az önce telefonuma gelen mesaja göre, Elifin kreşine çok yakın olan butik avm'de eylül ayının sonuna kadar 3 boyutlu filmler harici tüm filmler çarşamba günleri 9 liraymış. Bahar da yaklaştığına göre, elifi babasıyla parka gönderip ben sinemaya giderim. Bence bu plan çok şukela oldu. Evde izleme imkanım benim çok az oluyor. Elifin uyuması en erken 23.30 olunca o saatten sonra ben kendim uyuyakalıyorum zaten ahaha. Bir de filmi sinemada severim ben yanına da mısır. Oh mis :) (Tek sorunum sinema biletinin 9 lira olmamasıymış sanki :P ) Ayda 2 filme ne dersiniz? Dönüşümlü olarak kalan haftalarda da karabalık gider. Her hafta biz sinemadayız o halde ahahaha

Ben şimdilik kaçar, apartman sohbetleri challengı'mı neden yapmadığımı ayrıca yazacağım. Ama bu sabah aklıma bir fikir geldi, orayı atlatırsam yazacam. Söz. Esoş sözü. Hem de doğum gününe 16 gün kalmış Esoş sözü. Daha ne olsun :)
Devamını oku »