Drop Down MenusCSS Drop Down MenuPure CSS Dropdown Menu




17 Mayıs 2016 Salı

Geçtigitti Geçtigitti Geçtigitti / Marjolijin Hof

Nasıl denk geldi ben de bilmiyorum, "Babam Çalılığa Dönüşünce" kitabından hemen sonra okuma şansım oldu bu kitabı. Yazarın daha önce "Dedem ve Ben" kitabını okumuştum, bloga da yazdım diye düşünüyordum ama yazmamışım. O kitabı Elif'in ilk kreş gününde bekleme salonunda okumuştum, muhtemelen bu özelliğinden dolayı kitabı hiç unutamayacağım.
"Geçtigitti Geçtigitti Geçtigitti" kitabını uzun zamandır merak ediyordum, okuduğuma ve Kiek ile tanıştığıma sevindim.
Kiek, annesi babası ve yaşlı köpekleri Mona ile beraber mutlu bir şekilde yaşamaktadır. Babası doktor olduğundan savaş zamanlarında ihtiyaç duyulan bölgeye gönüllü olarak gider. Kiek ve annesi bu duruma her ne kadar çok üzülseler de durumu idare etmeye çalışırlar. Elbette bu, Kiek için pek de kolay değildir...

Bu kitap, savaşa biraz daha 'dışarıdan' bakıyor ve bizi Kiek'in bekleme sürecinde yaşadıkları ile baş başa bırakıyor. Çocuk zihninin nasıl çalıştığını görmek için güzel bir kitap.
Kiek'e göre hem faresi hem köpeği hem de babası ölmüş biri olması oldukça düşük bir ihtimaldir. O da olasılıkları zayıflatmak için hasta bir fare alır ardından köpekleri Mona'yı 'bir şekilde' öldürmenin yolunu arar. (buralar hiç ürkütücü değil) Kiek'in bakış açısından bakınca ona çok hak verdim. Onun tek istediği babasına en yakın zamanda sağlimen kavuşmak, o kadar. Gittiği yerlerden evi aramaya çalışan babadan bir müddet sonra haber kesilir ve babanın kayıp olduğu ortaya çıkar. Bu bekleyiş sanırım en zoru. Kiek ve annesi de kendilerini salona koyacakları yeni mobilyanın tamirine verirler. 'Sarı' renk, belki bir umuttur onlar için.
Bu kitapta annenin Kiek ile iletişimi ve ne olursa olsun sakinliğini bozmaması çok güzeldi, kendi anneliğim için notlar aldım: panik yok, sakin ol :)

Kiek uyuyamadığında annesi ona büyükannesinin uykuya geçiş yöntemini söyler, arka arkaya "Geçti gitti geçti gitti geçti gitti" demek Kiek'e de iyi gelir.
Dün akşam hem elektrik kesilip hem de gök gürültüsü olunca bu yöntemi hatırlayıp, "geçti gitti geçti gitti geçti gitti" diye tekrarladım ben de içimden.
Çocuk kitapları iyi ki var! 




Yazarın web sayfasını ziyaret ettim ve biyografisini okuyunca hayatındaki güzel detaylara denk geldim. Yazar olmak sanırım her zaman hayaliymiş, evlerindeki kitap dolu ortam da gözümde canlandı. Ama ben en çok kendi oyuncaklarını yapmaya çalışmasını keyifli buldum. Umarım diğer kitapları da Türkçe'ye yine Hayykitaptan, Burak Sengir çevirisi ile çevrilir.



Geçtigitti Geçtigitti Geçtigitti
 Özgün Adı: Een kleine kans
Yazan ve resimleyen: Marjolijin Hof
Çeviren: Burak Sengir
Yaş grubu: 10+
Hayykitap, 2011, 120 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

16 Mayıs 2016 Pazartesi

Babam Çalılığa Dönüşünce / Joke van Leeuwen

Bu kitap uzun zamandır karşıma çıkıyordu ancak okumaya fırsatım olmamıştı. Kitap kısacık da olsa bazen denk gelip tek seferde okuyamıyorum ve kitaptan soğuyorum. Bu kitabı tesadüfen "Geçtigitti geçtigitti geçtigitti" kitabı ile aynı gün ve tek seferde okuma şansım oldu. Yaşasın, kızı uyurken onun yanında kitap okumak zorunda bırakılan (!) anneler!

Babam Çalılığa Dönüşünce kitabı Hayykitap'tan çıktığı için beklentim yüksekti. Yayınevinin bu türdeki çeviri kitaplarında şimdiye kadar hayal kırıklığı yaşamadım. Tek endişem içinde 'savaş' olmasıydı. İlk sayfalarda yüreğime oturan ağırlık tatlı Toda ve bakış açısı sayesinde öyle hafifledi ki.
Toda'nın babası 'çalılığa dönüşmeden' önce her gün sabahın dördünde kalkıp 20 çeşit kremalı pastayla üç çeşit turta yapan bir tatlıcı. Ancak bir gün 'birileri' ile 'ötekiler' arasında çatışmalar boy gösteriyor ve babası nefis kokan mesleğini bırakıp savaşa katılıyor.



Toda'ya bir süreliğine büyükannesi göz kulak olmaya geliyor ancak patlamalar o kadar şiddetleniyor ki oturdukları ev de güvenli olmaktan çıkınca Toda mecburen en son 1 yaşındayken gördüğü annesinin yanına başka bir ülkeye doğru yola çıkıyor. Normal bir zamanda olsa bu yolculuk muhtemelen daha farklı bir seyirde gelişecekken savaş şartlarından dolayı Toda'nın annesine kavuşma hikayesi biraz(!) maceralı oluyor.
Ah keşke büyükanneyi biraz daha tanıma şansımız olsaydı. Torunu onu unutmasın diye kendi resmini Toda'nın defterine çiziyor ancak beğenmeyip bu çizimlerin üstünü karalıyor:

Toda yola çıkmadan önce 'aklında tutacağı her şeyin' listesini yapıyorlar. Bu sayfayı dönüp dönüp okuyunca listedekileri ezberledim zaten ama kitap yanımda yokken okumak isterim belki diye buraya da ekleyeyim:

Benzer bir listeyi kendim için de yaptım:


Toda yol boyunca bir grup başka çocuk, kucak sevdalısı yaşlı teyzeler, tuhaf bir general ve karısı, cesaret, yönetim becerisi ve sadakat gösteremeyen kaçak komutan ve Çocuk Konukevi gibi çeşitli insanlarla karşılaşıp oldukça ilginç mekanlarda bulunuyor.Sonunda da kendini durmadan yanlış adreslere teslim edilen bir posta pakedi gibi hissediyor.





"Hayatta karşımıza her zaman kötü insanlar çıkmaz, iyi insanlar da vardır." lafını doğrulayan komutanı ben çok sevdim. Emretmeyi beceremiyor diye Toda ona 'emretme' alıştırması yapıyor.






Sınırı geçtiğinde Toda'ya sorulan 'Bir işe yarar mısın? / Bu ülke için yapabileceğin yararlı şeyler var mı?'sorusuna Toda'nın verdiği yanıtlar çok güzeldi. Bir an kendimi düşündüm. Belki ben de "Kaybolmakta iyiyimdir, 2 yaşındaki çocukların inat krizlerine alışkınımdır, yemek pişiremem ama kızartma börek yapabilirim" derdim :)


"Babam Çalılığa Dönüşünce" naif bir yol hikayesi. Bu yolda sadece Toda yok aslında, savaşın ortasında/kıyısında/kenarında kalmış tüm çocuklardan birer parça var içinde.
Çocuklarla savaş hakkında konuşmak ve savaşın çocukları nasıl etkilediğini birinci ağızdan dinleyebilmek için harika bir kitap olduğunu düşünüyorum.
Yaşananlar ne kadar kötü de olsa kitapta pozitif, esprili bir dil ve yazarın bolca çizimi yer alıyor.
Toda'nın aklı karışmış halleriyle çocuk saflığının örnekleriyle bitireyim yazımı:

"Gelgelelim bilmediğim daha bir dünya şey vardı.Bir sınırın nasıl göründüğünü bilmiyordum örneğin. Bir hipopotamın kaç yaşına kadar yaşayabildiğini bilmiyordum. Tanıdığım hiç film yıldızı yoktu. Yarının nasıl bir gün olacağını bile bilmiyordum ki."

"Bir sınıra neden sınır dendiğini, sınır denen şeyi kimin icat ettiğini öğrenmeye can atıyordum; bir de sınır olarak belirlenmiş yerlerin hemen yakınında nasıl olup da insanların yaşadığını merak ediyordum. Ve buralarda yaşayan insanlar her iki tarafa da mı aitti, yoksa hiçbir tarafa ait değil miydi, işte bu sorunun yanıtını bilmek istiyorum."

"Ağlamaya başlamıştım. Bana mutluluk veren şeyleri düşünerek gözyaşlarımı engellemeye çalışıyordum. Babamın kremalı pastalarını. Babaannemin saçlarını. Kutupyıldızını. Ama hiçbiri işe yaramıyordu."

* Savaşı anlatırken anlatmayan BALIK kitabı benim için çok özeldir, onun hemen yanına bu kitabı da koyacağım :)

Babam Çalılığa Dönüşünce
 Özgün Adı: Toen mijn vader een struik werd
Yazan ve resimleyen: Joke van Leeuwen
Çeviren: Burak Sengir
Yaş grubu: 10+
Hayykitap, 2012, 104 sayfa, karton kapak

Devamını oku »

15 Mayıs 2016 Pazar

Her İhtimale Karşı / Meg Rosoff

                                      "Ya kader, seni kaçtığın için kovalıyorsa?"
Okumak istediğim kitaplar gruplanmış bir şekilde masamın üzerinde beklerken Züleyha'nın okuduğu son kitaba karşı kayıtsız kalamadım. Kitabın kapağı,konusu ve en çok da daha önce karşıma çıkmayışı cazip geldi bana. Neticede kimse kaderinden kaçamaz öyle değil mi? Yoksa onu biraz da olsun yavaşlatabilir mi? Belki de minik bir anlaşma ile kaderiyle oyun oynayabilir.

Kitap 15 yaşındaki David Case'in 1 yaşındaki kardeşi Charlie'yi pencereden düşmekten (aslında o sadece uçmak istiyordu) son anda kurtarması ile başlıyor. Muhtelemen David'in zihninde bazı şeylerin 'öncesi' de var ama biz onlara tanık olmuyoruz.

"İki saniye. Sıradan ya da her günkü hayatla büyük felaketin arasındaki süre bu kadar."

Bu minik olay neticesinde David hayatı, kaderi, yaşadıklarını ve yaşayacaklarını sorgulamaya başlıyor. Ara ara saçmaladığını görüp ona kızsak da aslında onun tek derdi kaderinden kaçmak. Zihninde kurguladığı felaket senaryolarının boyutu epey büyük. Bu senaryolarla sadece kendini değil aslında tüm dünyayı sarsabilir. Kaderin onu tanımaması için değişmeye karar veriyor David. İlk iş olarak da ismiyle başlıyor, bundan sonra onun adı: Justin (Tam burada aklıma 'Farklı' geliyor elbette)


"15 yaşındaydı, 1.60 boyundaydı, omuzları çökük, yürüyüşü iki büklümdü. Nazik olduğu söylenebilirdi, kahverengi saçları, çarpık dişleri ve İngilizlere özgü açık renk bir teni vardı. Bu özelliklerin hiçbiri, onu felaketten korumazdı. Tek şansı, hayatını adım adım yeniden kurgulamaktı. İşe adıyla başlayacaktı.Eğer yeterince değişmeyi başarırsa, belki kader David Case'i unutup sonraki zavallı kurbanına geçerdi."

Just (in) Case  kitap boyunca öyle çok değişim geçiriyor ki. İsmiyle başlayan değişim dalgasıyla beraber hayatına yepyeni insanlar da katılıyor. Bunlardan ilki Agnes Bee. (yazar soyadını 'arı'-'sokmak' anlamlarıyla özellikle kullanmış bence) Agnes, Justin'den 4-5 yaş büyük, fotoğraf çekmeyi ve modayı seven tatlı bir kız. Justin ile inişli çıkışlı bir arkadaşlıkları var ve ben Agnes'in Justin'in peşini bırakmama halinin biraz daha desteğe ihtiyaç duyduğunu düşünüyorum.
Sınıf arkadaşı Peter ve kardeşleri Dorothea ve Anna ise kitabın en yumuşak halleri. Bu üçlüden bambaşka bir hikaye bile yazılırmış :) Bu üçlüyü ve tavşanları Alice'i çok sevdim.


"Aslında Peter, Justin'in sahip olmak istediği bütün özelliklere sahipti.Justin ne kadar gerginse, Peter o kadar huzurluydu. Justin'in zihni ne kadar bulanıksa, Peter'inki o kadar açıktı. Justin kaderin radarından çıkmaya çalışıyor, Peter ise hayatını radarın altında geçiriyordu."

Justin, kaderinden kaçmaya çalışırken kader de ara ara lafa karışıyor ve bizi şaka yapmadığı konusunda uyarıyor ancak ne kadar ileri gidebileceğini biz bile kestiremiyoruz. Uçak kazası? Terör saldırısı? Salgın hastalık? Kötü şeyler için 'kader'i suçlarken, belki başımıza gelen 'iyi şeyler' için de onu anmalıyız. İlk aşk mesela :)
Justin'in ara ara yaşadığı aydınlanmalarında, kaçma-kovalama hallerinde, kıskançlıklarında, kendini uyku ile 'dondurmuş' dünyasında hep bir kötü/karamsar taraf yok aslında. 'Değişim sancılıdır' ve senin geri getirmek istediğin şeyi senin yerine Dorothea gibi gören arkadaşlar harikadır, diye düşündüm.
Ergenlik dönemi, kişinin yaşadığı en önemli değişim zamanlarıdır. Ve bunu fark etmek, içindeyken yaşadıklarını anlamlandırmaya çalışmak, kabullenmek hep zordur. Tüm dünyanın size karşı kurulmuş bir komplodan ibaret olduğunu düşünmeye başlar, belki 'çocukluk' hallerine döner, hayali arkadaşlarla kendinizi avutursunuz. Hele bir de ilk aşk mevzusu var ki! Aman aman :)

"Dişlerini fırçalarken aynada kendine baktı, aynadan ona bakan yüzün farklı göründüğüne dikkat etti. Ürkmüş ifade artık yoktu. Gergin bir çocuk gibi değil, bir yetişkin gibi görünüyordu."

Luton Kasabası ona 'dar' gelmeye başlayınca Justin, evden biraz uzaklaşmaya karar verir, havaalanına vardığında 'gitmek'ten ziyade 'durmak' daha cazip gelir ve Justin birkaç gün havaalanında yaşar. Onu ziyarete gelen Agnes de oradayken  havaalanında korkunç bir uçak kazası olur. Agnes, bu durumu atlatır ancak Justin, kaderin oyunlarına yeni başladığını düşünüp kendini iyice köşeye sıkışmış hisseder. Bu korkunç olayın sorumluluğunu da üzerine alır ve zihninde biriken biriktikçe de katlanan felaket senaryolarının altında ezilir. Oysa Justin sadece hayatında düzenli bir ruhun, huzur verici simetrisini istemektedir.
Justin'in hissettiği çıkmazların bir kısmını ergenlik zamanımda ve belki sonrasında ben de hissettim. Pamuklara sarmalanıp büyütülmenin verdiği bir tedirginlikle karşılaştığım olumsuzlukları bir başkasının benim yerime halletmesini istediğim de çok oldu.Bu yüzden de ergenlik zamanımda okusaymışım bu kitabı dedim :)
Justin'in anne ve babasının kitapta oldukça silik yer almasının,esasen Justindeki bu değişime nasıl ayak uyduracaklarını bilememelerinden kaynaklandığını net olarak görsek de 'neden gidip konuşmuyorsunuz bu çocukla' diye onlara sormak istemedim değil.

"Ama en önemli şeyi, nasıl kendin olacağını, nasıl yolunu bulacağını; yalnızlıkla, kayıp hissiyle, reddedilişlerle, hayal kırıklıklarıyla, utançla ve ölümle nasıl baş edeceğini öğretmiyorlardı."

Hikayede  Justin'in bir de hayali köpek arkadaşı Oğlum var. Oğlum, Justin'in iç dünyasının minik bir yansıması ya da köpekleri çok seven yazarın Oğlum'a farklı bir anlam katması.

Justin'i yaralayan Agnes'in aksine Peter ve kardeşleri tam olarak 'yara sarmalayıcı' görevini yerine getiriyorlar. Bunu yaparken de onu sıkmıyor, sadece onun biraz koşup terlemesini teşvik ediyorlar. Bu üçlü ve tavşanları Alice hikayenin en güzel bölümleriydi.
Kitabın geneli karamsar bir havada geçmediği gibi sonu da benim açımdan oldukça keyifliydi. Goodreads yorumlarına bakınca bu kitap için 'ortalama' bir yorum yazanın az olduğunu gördüm. Yani ya hiç sevmezsiniz ve 'bu kitabın amacı ne ki?' dersiniz ya da benim gibi 'eksikleri olsa da oldukça vurucu bir konu' dersiniz. Yazarın geçtiğimiz ay Astrid Lindgren ödülü aldığını kendi web sayfasından öğrendim. Türkçe'ye sadece 'Her İhtimale Karşı' kitabının çevrilmiş olmasına üzüldüm. Filmi de çekilen 'How I Live" ve diğer kitaplarının ON8 Kitap tarafından yayınlanmasını çok isterdim.







"Hayatı küçük parçalara, küçük arzulara, küçük ihtiyaçlara bölersen, yaşamak daha kolaydır."




Her İhtimale Karşı
Özgün adı: Just in Case
Yazan: Meg Rosoff
Çeviren: Zeynep Heyzen Ateş
Yaş Grubu: 13+
E Yayınları, 2012, 216 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

13 Mayıs 2016 Cuma

Bala'nın Mektubu / Odile Kayser

Bala'nın Mektubu kitabı 'tavsiye' üzerine alıp okuduğum bir kitap. Varlığından haberdar bile değildim. Genelde yayınevlerinin kataloglarını inceleyip notlar alırım ama Bala hiç gözüme çarpmamış.
Nesin Yayınevi'nin  'özgün' tarzını gerçekten seviyorum. Okul öncesi çocuk edebiyatında son dönemde o kadar benzer eserler okuyorum ki ,  'ben bu hikayeyi bir yerden tanıyorum' diyorum. Nesin Yayınevi'nin biraz daha farklı bir tarzı var. Ankara'daki kitap fuarında da gelip gidip kitaplarını sevmiştim.


"Yazının bilinmediği bir çağda küçük avcı Bala zorda kalınca ailesine mektup gönderdi. Bunu nasıl mı yaptı?"

Bala bir gün  çakalı Vulu ile beraber bir ceylanın peşine düşer ancak ava giderken avlanır, kendini bir tuzakta baş aşağı sarkarken bulur. Yazı henüz icat edilmediği için de bir taşın üzerine bulunduğu durumu çizer ve Vulu ile beraber bu taşı gönderir. Peki taşın üzerine çizdiği resmi ailesi anlayabilecek midir?
Ailede herkes bu taşta gördüklerini kendi bakış açısına göre yorumlar ve doğru yanıtı yine evin küçüğü bulur :)
Yanlış bilmiyorsam bu hikaye bir Afrika masalından uyarlanmış. İçindeki resimler çizilmiş gibi değil de sanki fotoğraflanmış gibiydi. Benzer bir teknik (ve bence çok daha iyisi) Kirpi Kız kitabında da vardı. (Bu kitabı da anlatmak için sabırsızlanıyorum) Bala'daki resimler bu haliyle Taş Devri'ndeki duvar resimlerini hatırlatıyor.
Bu kitapla beraber aslında 'yazının icadı' hakkında çocuklarla güzel bir sohbet imkanı oluşturulabilir. Kitapta geçen 'pipi' ifadesine de kıkırdayacaklarına eminim. Bu ifadenin yer almasına ben çok sevindim. Çünkü hep genel geçer kelimelerle bir şeyleri anlatmaya çalışıyoruz çocuklara ya da sesimizi kısarak söylüyoruz. Kitabın küçük yaş grubunun ilgisini epey çektiğini çevremdeki arkadaşlardan duydum. 'Bala' sanırım onlar için eğlenceli bir karakter ve başına gelen şey, Vulu, taş okuması farklı gelmiş. Belki bu kitabı okuduktan sonra benzer bir minik çizim ile 'hikayede aslında ne anlatılmak isteniyor olabilir' etkinliği yapılabilir. Elif biraz daha büyüdüğünde inşallah yapmak istiyorum. Yazarın diğer kitabını henüz okumadım ama niyetim Nesin Yayınevi'nin okul öncesi tüm kitaplarını kitaplığımda görmek :)
Bu kitapla ilgili tek eleştirim, yazı karakteri ile ilgili. Bu yazı karakteri bu hikayeye pek gitmemiş ama nasıl bir şey olsa daha iyi olur kısmını henüz çözemedim. "Tam Benim Tipim" kitabını bitirince belki netleşir kafamda.


Aklıma yıllar önce izlediğim 'RRRrrr' filmi geldi. Kirli saç kabilesi temiz saç kabilesinden 'şampuan'ın formülünü almaya çalışıyordu ve Taş Devri olduğu için onlar da duvar çizimleriyle haberleşiyordu. Çok güldüğümü ve bilet alırken "Hangi film?" diye soran gişe görevlisine "RRRrr" diyerek resmen hırladığımı ve kızın korktuğunu hatırlıyorum :)

*Kitabı daha detaylı olarak yayınevinin web sitesinde inceleyebilirsiniz.
** Nesin Yayınevi demişken bunu yazmasam olmaz, sağolsun Selcen bana bu yayınevinden öyle bir kitap hediye etti ki, ilk tepkim "Hıı, sende kalsa daha iyi olur" oldu :) Napayım ama Selcen sende bana "Matematik ve Korku" kitabını almasaydın :P

Balanın Mektubu
Özgün Adı:
Yazan: Odile KayserÇeviren: Ali Nesin
Resimleyen: Caroline Mc Avoy
Yaş grubu: 4+
Nesin Yayınevi Çocuk Cenneti Kitaplığı, 2012, 16 sayfa, karton kapak
Devamını oku »

12 Mayıs 2016 Perşembe

Neboş Davetsiz Misafir / Sedef Özge

‘Bahçeli bir evde yaşasaydım ve günün birinde damdan bir martı yavrusu bahçeye düşseydi, neler yapardım acaba?’ 


1) Bahçeli bir evde yaşasaydım: Alarmın “uyan dedim sanaa” sesiyle değil, bahçedeki ağaçlara konan kuşların cıvıltısıyla uyanırdım muhtemelen. Veya evdeki köpeğin (ismi Tatlım olsun) suratımı yalaması (ki bundan hoşlanacağımı sanmıyorum) ya da hayal bu ya, Elif’in uykusunu almış “anne bak bahçede ne buldum” diyen ellerine bakarak uyanırdım. Elif'in elinde onun için pek kıymetli görünen ama bana yetişkin zihniyle ‘sıradan’ görünen bir taş olurdu belki de. Bahçemiz varsa umarım kümesimiz de vardır, tavuklarımızdan sabahları taze yumurta alabiliriz. Çok büyük bir bahçemiz olmasa da içinde birkaç meyve ağacı ve dalından domates, salatalık yiyebileceğimiz toprak bir alan illa olmalı. Sevdiğimiz çiçekler de bizimle olmaktan mutlu bir şekilde gülümsüyor olsunlar. Acelemiz zaten olmadığı için evden çıkmak için kapıya dikilip “haydi” diyen bir gardiyan (o benim) da yok. Onu silgi ile sildik zihnimizden. Elbisesinin desenleri çiçeklere karışan, kahvaltıyı hazırlamadan önce mutlaka radyonun sesini açan yüzünde kocaman bir gülümsemeyle çıtır salatalıkları doğrayan bir anne var. İşe ‘mecburen’ gitmesi gerekmiyor, o zaten sevdiği işi yapıyor: çocuk kütüphanesi var. Elif de henüz ilkokula başlamadığı için bazı günler annesiyle kütüphaneye gelip canı istediğinde kütüphaneye yakın anaokuluna gidiyor. Benimle geldiği zamanlar beraber sadece kitap okumuyoruz. Rafların tozunu alıp, kitapları ait oldukları yere yerleştiriyor, kedimiz Lokum’dan yer kalmışsa bahçedeki hamakta biraz kestiriyoruz. Sonra kapıdaki rüzgar gülü şıngırdıyor ve biz okuldan çıkan çocukların eve gitmeden önce bize hem ‘merhaba’ demek hem de ‘bu akşam ne okusam’ diye kütüphanede dolanmalarına bakıyor oluyoruz. Elif, muhtemelen gelen tüm çocukların peşinde onları oyununa davet ederken ben de tahta sandalyeme yaslanıp batmakta olan güneşin gözüme girdiği haliyle tüm bu resme, Elife çocuklara Lokum’a ve kütüphaneme gülümseyip şükrediyorum. Tam o anda karabalığın bisikletinin sesini duyuyorum ve tüm çocukları saklambaç oynamak için dışarı çağırıyorum.


Yani sadece 1 bahçe ile tüm bu güzelliklere kavuşabilir, akşam da denizden gelen hafif rüzgarın sesiyle kağıdıma bu satırları yazabilirim :)


2) Günün birinde damdan bir martı yavrusu bahçeye düşseydi: Bence şaşırmazdık :) Damımız ne yazık ki biraz dağılmış olduğundan ve onu düzenlemeyi devamlı ertelediğimizden ‘damdan şimdi ne düştü ki?’ derdik. Minik martı yavrusunu görünce de –ki ona ‘Neboş’ ismi çok yakışırdı- ‘Amanın ne tatlı/çirkin bir şey bu!’ derdik. Ne yiyeceği, nerede uyuyacağı, Tatlım ile arasının nasıl olacağı üzerine biraz düşünür biraz da araştırma yapardık. Sonra bakardık ki tatlı Neboş bizi zaten yönlendiriyor, ona Elif’in peşinde olmak yetiyor. Bahçeye çıkardığımız mavi leğenin içine hem Neboş girer hem Elif’in oyuncakları. Ben arada onu kütüphaneye de götürürüm, Elif ona içinde martı geçen kitapları gösterir. Derken biz farkına varamadan Neboş büyür ve bize minik teşekkür hediyeleri bırakarak ailesiyle uçmaya gider. Bizim içimiz burkulur, Elif çok üzülür ama onu Neboş’un bu halde daha mutlu olacağına inandırmak kolay olur, çünkü ben ona zaten 'martıya uçmayı öğreten kedi Zorba’nın hikayesini okumuşumdur…

Davetsiz Misafir Neboş”un hikayesini birkaç kez okudum ve ‘ben olsam ne yapardım’ hissiyle kitabın kapağını kapattım. Yazar Sedef Özge kurgulu bir hikaye yazmamış, başından geçen bir hikayeyi hem de pek tatlı fotoğraflarıyla anlatmış. Daha önce bu tarzda bir eser okuduğumu hatırlamıyorum, belki bu 'tür'de yazılan ilk eserdir. Yazarın dili o kadar sohbet eder gibi ki, 'kitap' okuduğumu bilmesem Sedef Özge bana yazdığı mektupta başından geçen bir hikayeyi anlatmış diyebilirdim.
Evdeki köpek Pide’nin poposunu gagalayan Neboş’u unutamayacağım.
Hayvanları seven (sevmeyeni bence yoktur ama) tüm çocukların ilgisini çekeceğini düşünüyorum bu hikayenin.

Hayykitap’ın “Yaşasın Çocuklar” dizisinden tanıdık başka bir kitap da burada :)
Bu hikaye bana Banu'nun Pazartesi ile Salı'sını hatırlattı...

* Kitapla beni buluşturan canım Leylak Dalı Nurşen Abla'ma da ayrıca teşekkürler :)

Neboş Davetsiz Misafir
Yazan: Sedef Özge
Fotoğraflar: Sedef Özge
Yaş grubu: 3+
Hayykitap, 2016, 28 sayfa, karton kapak


Devamını oku »

Curcuna Evi / Christine Nöstlinger

Uzun zamandır bu kadar curcunalı bir hikaye okumamıştım.
Curcunanın sebebi çok fazla karakter olması da değil aslında, Mahir Ünsal Eriş'in "Dünya Bu Kadar" kitabı gibi.
Asıl sebep arka arkaya gelişen olaylar.
Tam "yok artık" dediğiniz yerde bambaşka bir şeyin patlaması :)
Nöstlinger'in bu kitabını Sima tavsiye etmemiş olsaydı belki daha uzun zaman kitaplığımda okunmayı beklerdi. İnsan daha önce kitaplıkta göz göze gelip bir şekilde okumadığı ama okuyunca da 'Tüh, neler kaçırmışım" dediği kitaplara karşı kendini biraz 'suçlu' mu hissediyor ne? Ya da belki sadece ben duyguyu hissediyorum.
Nöstlinger beni okuduğum her kitabında şaşırtmayı başarıyor. Evet klasik bir tarzı var ama her kitabında konu, olay örgüsü, kişiler ve onların özellikleri değişiyor.
Değişmeyen tek şeyi Günışığı Kitaplığı yazarın özgeçmişinde belirtmiş:
'...orta halli aile çocuklarının gündelik yaşamlarını ele aldığı kitaplarında, geleneksel aile yapısını ve okul kurumunu esprili bir üslupla eleştiriyor.'
Bu kitapta da gelenek bozulmamış ancak bu kez terazi sanki aileye doğru kaymış.

Marie, annesi, babası, halası, büyük dayısı ile beraber Henriette Konağı'nda yani büyükannesinin evinde yaşıyor. Anne ve babasının 'Frieda ve Fred' isimli kuaför dükkanları var.  Olli Hala bir şirkette sekreterlik yapıyor. Büyükdayı Albert ise tüm gün bahçedeki çiçekleriyle ilgileniyor ve işitme kaybından dolayı pek kimseyi duyduğu da yok.
Marie'nin en yakın arkadaşı bitişik evdeki Reserl gibi dursa da kitap boyunca ikilinin bir dargın bir barışık hallerine tanık oluyoruz.
Okuldan arkadaşları Konrad ve Stefan ise hikayenin aşk üçgeni pardon dörtgeninin başrol oyuncuları.
Nöstlinger'in okuyucunun 'olaylar bence bu şekilde gelişecek' öngörüsünü kitaplarında çoğu kez yerle bir ettiğini gördüm, tamam arada ağzımıza bal da çalmıyor değil.
Benzer bir hikayeyi Türk bir yazardan okusak, bir yerden sonra Yeşilçam filmi kokusu alırdık bence. Stefan ve Konrad'ın aşk mektuplarına Marie'nin yazdığı mektupları okuyunca ne demek istediğimi anlarsınız bence.(birini ekliyorum)
"Çok sevgili Konrad,
Mektubun ve ekleri için teşekkür ederim. Ancak yazdıklarını doğru dürüst okuyamadım, çünkü kargacık burgacık bir şeyler karalamışsın. Başına gelen bu geçici durumu çok büyütme. Sevgiler, Marie"
Anlatmaya arkadaşlarından başladım ama asıl hikaye (hatta bomba) Marie'nin büyükannesinde. . Yaşı büyüse de kendi akıllanmayan iyi kalpli yaramaz bir çocuk gibi Henriette. Kitapta en çok Marie ve büyükannesini sevmem de bu yüzden galiba.
Büyükannenin aklına 'kısa yoldan zengin olabilecekleri' şahane fikirler geliyor ve bunları hayata geçirmek için türlü yollar deniyor. (buraya kadar bir sorun yok) Ancak bu yolların içerisinde konağı ve evdekileri de tehlikeye attığı son bir tanesi var ki! İşte bomba biraz burada patlıyor.
Kitabın orijinal ismi: Villa Henriette. Türkçeye "Curcuna Evi" olarak çevrilmesi gerçekten çok iyi olmuş, içeriği tam olarak karşılamış.
Ben bu kitabı "metin" olarak değil de "tiyatro oyunu" okur gibi okudum.
Acaba Almanya'da veya Avusturya'da Nöstlinger'in eserleri çocuk oyun olarak sergilenmiş midir, bunu da merak ettim.
Bu neşeli aileyi kestane ağacının tam altında ziyaret etmek,genelde boş olan buzdolaplarına birkaç kutu süt ve ekmek götürmek istedim.
Kim bilir belki kahvaltılarına beni de dahil ederler :)

Devamını oku »